Cevher Caduk (İlahiyatçı-Öğretmen)
İNTİZAR - Aziz bir dostun “Hocam sosyal medyada Muâviye ile Ali (a.s.) arasındaki mücadelede Muâviye'nin haklı olduğuna dair ifadeler niceliksel olarak ileri boyutlara varmış ve Muâviye güzellemeleri belirgin bir şekilde artmış durumdadır.” Şeklindeki sözleri ve tarafıma gönderdiği sosyal medya paylaşımlarından bazı kesitler üzerine böyle bir yazıyı almak kaleme almak elzem oldu.
Bölgenin kangren çıbanı İsrail'in Gazzedeki Müslümanlara yönelik soykırım eylemlerinin ve savaşının Direniş Cephesi'nin sebat dolu çabasıyla ve mukavemetiyle İstikbar güçlerinin yenileceği ümidi içerisindeyiz ve eldeki veriler de bunun büyük olasılıkla gerçekleşeceğini göstermektedir. Allah azze ve celle mazlum ve mustazaf Gazzeli Müslümanlara zafer nasip eylesin, Küresel Emperyalizm karşısında direniş gösteren İran İslam İnkılabına, Lübnan Hizbullah'ına, Yemen Ensarullah Hareketine ve bölgedeki diğer direniş güçlerine tevfik ve inayet bağışlasın.
Aslında bu aralar İhsan Şenocak'ın bir yazısına cevabın ikinci bölümüyle meşguldüm. Ancak sosyal medyadaki bu paylaşımların ses getirecek tarzda çok olduğunu görünce o çalışmayı şu anlık bir rafa kaldırıp bu çalışmaya yöneldim.
Öncelikle bu tür yaklaşımlar Anadolu coğrafyası için nevzuhur yaklaşımlardır ve Ehl-i Sünnet'in mutedil damarından çok uzaktır. Anadolu coğrafyasındaki kardeşlerimiz eskiden beri Muâviye ile Ali (a.s.) arasındaki mücadeleyi pek ele almak istemezler. Muâviye denilince her ne kadar Hazret kelimesini kullansalar dahi bu bir zorunluluktan ötürüdür ve isteksizce yapılır. Onun işlediği cinayetlere karşı rahatsız ve huzursuz olmalarına rağmen beri taraftan sahâbe olduğundan ötürü de eleştiri konusu etmek istemezler. Bu bizim de Ehl-i Sünnet kardeşlerimizden anlayışla karşıladığımız bir tavır ve tutumdur. Ancak okuduğum yazılar bir fikir vermesi açısında arap dünyasında bazen dinlediğim Velîd İsmâil, Ebu Aişe en-Nevevî, Râmi İsa, İsa el-Fârukî, Eşref Edib gibi “nasıbî” kimselerin söylemlerine çok yakın. Dolayısıyla bu söylemler nevzuhur sayılabilir. Bir fikir vermesi açısından da dikkate değerdir. Gerçi beri taraftan meselelerin sümen altı edilmesi taraftarı da değilim. Kendi özgür düşüncesiyle ve hamuleleriyle kişi düşüncesini söyleyebilmelidir. Tabi bir plan ve proje olması halinde bunun da ortaya konulması bir zorunluluktur.
Ehl-i Sünnet'in hadisleri kayde alarak Hz. Ali ve Ehl-i Beyt'e halel gelmemesi ve beri taraftan Sahâbe kuşağına saldırı olmaması için koruyucu bir tavır sergilemelerini eskiden belli itidalli, anlayışla ve saygıyla karşılıyordum. Hala da aynı düşüncedeyim. Zira bir Şiî olarak Ehl-i Beyt mektebinin inançlarının hak olduğuna inanmakla birlikte Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin de ilahî mağfiret ve affa birlikte nail olacaklarına dair ümit içerisindeyim. Beri taraftan düşüncelerin, kanaatlerin ve fikirlerin ortaya konulmasında hiçbir sıkıntı yoktur. İslam Ümmetinin vahdeti ve izzeti dikkat ve riayet edilmesi gereken bir olgu olmakla birlikte düşüncelerin ortaya konulması ve serd edilmesi de elzem ve zaruri bir olgudur. Zira coğrafyanın aydınlanması düşüncelerin söylenmemesine değil söylenip yanlış ve hatalı ise yanlışlarının ve hatalarının ortaya konulmasına bağlıdır.
Her halükarda Anadolu coğrafyasında yaşayan ve daha mutedil ve Ehl-i Beyt aşığı insanlar için bu ümidim daha da fazladır. Ancak fiilî sıfatların nasıl tecelli edeceğini de bilemediğimizi de belirtelim. Mutlak hakikate karşı mukayyed bir bakış açısıyla ilahî rahmet, mağfiret ve affa bakmaya çalışıyoruz.
Bu çerçevede sosyal medyada gördüğüm bu tartışmalara ilişkin ben de Ehl-i Sünnet kardeşlerimizi kırmadan ancak hakkın hatırının da ali olduğunu yüce belirterek ilmî ve mantıkî bir yazı yazmak için elimden geleni yapmaya çalışacağım. Tabi ki bu düşünceler(imiz) kişisel kanaat taşıdıklarından ötürü yanlışları içinde barındırıyor olmasını hatırlatmakta yarar var. Kusurumuz varsa şimdiden hoş görüle!
Hak ve adalet dini İslam
Hz. Adem'den Hz. Hâtem Muhammed Mustafâ'ya (s.a.a.) kadar ki risalet silsilesinin mücadelesi her alan ve sahadaki hakkın temel konulardaki yanlışlarla ve batılla mücadelesidir. Rasûl-u Azamdan sonra da her alan ve sahadaki hakkın devam ettiğine inandığımdan ötürü bunu savunan ve bunu aklî ve naklî delillerle[1] ortaya koyduğuna inandığım EHL-İ BEYT mektebine geçiş yaptım. Zira Ehl-i Beyt mektebi insanın tekvînî ihtiyacı olan hak, rüşd ve adalet ihtiyacının lütuf ve inâyet kuralı gereği Rab Teâlâ tarafından görevlendirilen nebiler, rasuller ve imamlarla giderildiği kanaatindedir. Dolayısıyla bunun insan toplumuna yönelik bir sünnetullah olduğuna kanaat getirdiğimizden ve bu sünnetullahta da bir inkıta ve tebdilat olamayacağından bu durum Kıyamet gününe kadar devam etmelidir. Bunun kabul edilmemesi halinde ki kısmî haklılıkların (ki o da doğru olarak tespit edildiğini varsayacak olursak) görece yanlışlıklara karşı bir çatışması olacaktır. Bu kısmî doğruların da daha tümel ve temel doğrularla da çatışması halinde ise o görece doğrular pek de bir şey ifade etmeyecektir. Nihayetinde karşımıza adı konulmamış bir agnostizm çıkacaktır. Teori ile pratik arasında bir yarık hatta bir çatışma hali vaki olacaktır ve olmaktadır da!
Bunu belki biraz maksadı aşacak şekilde ancak şöyle bir örnekle açıklayabiliriz. Hz. Rasûl-u Azam'a karşı savaşan, şirk ordusunun içerisinde görece güzel hasletlere sahip olanlar vardır. Ancak bu görece güzel hasletler hakkın ve adaletin mücessem ve müşahhas hali olan Hz. Rasûl-u Azam'a karşı kılıç kuşanmak ve kılıç sallamak veya en azından karşı cephenin safında durarak ordunun safını kalabalıklaştırmak gibi tümel yanlışlarla kıyas edildiğinde erdemlerin fazileti çok sönük ve cüzî kalmaktadır.
Doğrunun tümel halini Hz. Rasûl-u Azam (s.a.a.), Hz. Ali için Hârûn ve Musa[2] temsili üzerinden kurduğuna göre Ali'ye (a.s.) karşı çekilen kılıçlar İslam Ümmetinin Rasûlullah'tan sonraki en üstün bireyine ve nübüvvet dışındaki diğer kemallere karşı çekilen kılıçlardır. Ona karşı girişilen savaş nübüvvet dışındaki hususiyetler ve meziyetlerin sahibine karşı girişilen bir savaştır. Nebevî buyruğun kendisini bağlamayacağını düşünen ve bunun beşerî bir okuma olduğunu düşünen varsa onları da tartışabiliriz. En azından bu noktaya şüphe düşüren bir kimse gündelik hayatta karşılaştığı soru ve sorunların kahir ekseriyetinin de şüpheli olduğunu ve doğru olamayacağını bilmelidir. Zira meselelerin doğruluk ve vâkıîlik yönüne karşı elde çeşitli beyin jimnastiği yapmaktan başka bir şey kalmayacaktır. Kendisinin ki doğru olabildiği gibi başkasınınki doğru olma olasılığı olacak ve dahası hangisinin doğru olduğu sonucuna da ulaşamayacak, pratik olarak bir agnostizmden başka bir sonuç ortaya çıkmayacaktır. Dolayısıyla ben Hz. Rasûl-u Azam karşısında hiçbir kimseye haklılık payı veremem. Olan herhangi bir olayda bir müminin olaya Rasûl-u Azam çerçevesinden bakması gerektiğini düşünmekteyim, diğer bakış açılarının sıkıntılı ve mahkum edilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Ali-Muâviye tartışmasının araka planı: Osmân dönemi
İmam Ali ile Muâviye arasındaki mücadelenin arka planında isyancıların bir bölümünün İmam Ali'nin safında yer alması yattığı belirtilir. Buradan hareketle Muâviye'ye haklılık payı verilmeye çalışılır. Tabi ki isyancıların bütünüyle haksız olduğu ve Osmân'ın mazlum bir halife olması durumunda bu çıkarsama doğrudur. Ancak ortada sümen altı edilen iki gerçeklik ve vakıa var.
a- İsyancıların ve Osmân'ın tavır ve tutumları.
b- İsyanda başrol oynayan kimselerin bir bölümünün isimlerinin sümen altı edilmesi.
İsyan mı halk hareketi mi?
İmam Ali (a.s.) ile Muâviye arasındaki mücadeleye değinip de Muâviye'yi haklı çıkaranların önemli bir bölümünde kanaatimizce şu iki yanlış göze çarpmaktadır. Hz. Peygamber'in bu çarpışmaların vuku bulacağını ve bu vuku bulan bu çarpışmalarda Ali b. Ebû Tâlib'in haklı olduğunu belirten ihbâr-ı gaybîlerini göz ardı etmek. Böyle bir şeyin göz ardı edilmesi başlı başına bir sıkıntıdır.
Bunun kadar önemli olan bir diğer husus ise olayların değerlendiriliş tarzıdır. Olayı mazlum ve günahsız bir halifenin öldürülmesi şeklinde kabul edip ve burasının müsellemâttan olduğunu kabul ettikten sonra olayı tartışmaya ve ele almaya başlamalarıdır. Öyle bir tavır sergileniyor ki sanki Osmân hak ve adaleti uygulamış, insanlar da keyfî olarak hak halifeye karşı çıkmışlar ve nihayetinde hiçbir suçu ve günahı olmaksızın Osmân gaddarca ve canice öldürülmüştür.
Öncelikle ilk hususla ilgili olarak hemen birkaç hadis verelim ve bu hadislerle ilgili sened tartışmalarını daha öncesinde yapmış olduğumuz birkaç çalışmayı adres vererek hemen ikinci hususu ele almaya başlayalım.
Ebû Saîd el-Hudrî şöyle der: Hz. Rasûlullah'ın (s.a.a.) şöyle buyurduğunu işittim: “Ben nasıl ki Kur'ân'ın tevili üzere savaştıysam içinizden bir kimse de Kur'ân'ın tevili üzere savaşacaktır. Ebû Bekir ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?'' diye sorunca Resûlullah (s.a.a.) ‘‘Hayır'' buyurdular. Ömer ‘‘O ben miyim ey Allah'ın Resûlü?'' diye sorunca Resûlullah ‘‘Hayır, O ayakkabıyı onarandır'' buyurdular. Hz. Resûlullah (s.a.a.) onarması için ayakkabısını Ali'ye vermişti.
Hadisin isnadı sahihtir.[3]
Hz. Peygamber'in “Ammar'ı fie-i bağiye öldürecektir” hadisi mütevatir hadislerdendir. Bu hadis Onun gaybe ilişkin haberlerinden ve nübüvvetinin alametlerindendir ve en sahih hadislerdendir.[4]
Hadisi rivayet eden sahabîler:
Ebû Said el-Hudrî,[5] Ebû Katâde el-Ensârî,[6] Ümm-ü Seleme[7], Ebû Hüreyre,[8] Abdullah b. Amr b. el-As,[9] Osmân b. Affân,[10] Huzeyfe[11], Ebû Eyyûb[12], Ebû Râfî[13], Huzeyme b. Sâbit[14], Muâviye b. Ebî Süfyân[15].
Ebu Yala el-Mavsılî, Müsnedinde Ali b. Rebîa'dan şöyle rivayet etmektedir: Ali'nin (a.s.) şu minberinizde “Nâkisûn, Kâsitûn ve Mârikûn savaşmam Nebi'nin katî surette bana ahdü peymanıdır.”[16]
Bu üç hadisin isnad zinciri ve çeşitli varyantlarıyla ve içerikleri ile ilgili çalışmamız için şu ve şu makalelerimize bakılabilir.
Gelelim, Osmân'a yapılan itirazlar ve cevaplarına! Şunu hemen belirtelim ki siz olayları değerlendirirken İslam'ın hak ve adalet dini olduğu ve Rasûlullah'ın yerine geçtiğinden ötürü de Rasûlullah'ın siret ve uygulamaları üzerinden değerlendirmek zorundasınız. Zât-ı risâlet penâhî geriye adalet ve hakkın uygulandığı bir devlet, insanların çeşitli alanlardaki ihtiyaçlarını hak ve rüşd üzere karşılandığı ve cevaplandığı bir yönetim aygıtı bırakmıştır. O güzelim adalet devletinin yerini ‘önemli olan sorunların bir şekilde hallidir' şeklindeki düşünce almış ve sorunun başlangıcı Üçüncü Halife veya İmam Ali ile olmuştur şeklinde bir anlayış yerleşmiştir. Bu tespit ve okuma bütünüyle yanlış bir tespittir. Zira Birinci ve İkinci Halife dönemi de adalet, hak ve ekmel hükümler ölçütünce değerlendirildiğinde yığınlarca yanlışlarla karşılaşılmaktadır. Halbuki ekmel olan Aziz İslam Dininin hükümleri de ekmel olmak zorundadır. Bu açıdan Osmân'a yönelik itirazları değerlendirirken biz olabildiğince ekmel, hak, adalet ve rüşd üzerinden gitmeye çalışacağız. Birinci ve İkinci Halife'nin uygulamaları da ekmel ölçüte göre yapılmalıdır.
Osmân'a yapılan itirazları maddeler halinde ortaya koymaya çalışalım. Görelim Osmân o derece mazlum mu yoksa bir takım belirgin hukuksuzluklar ve cürümler mi işlemiş?
İnsanlığın adalet ihtiyacının temini için üçlü bir saç ayağı gereklidir. Mükemmel bir kanun, kanunun bütün boyutlarına nüfuz eden bir uygulayıcı ve ümmet faktörü. Biz Ehl-i Beyt Mektebi müntesipleri olarak ilk ikisinin lütuf ve inayet kuralı gereği Rab Teâla tarafından vucubun ‘anh (vucubun ‘ela değil) olarak karşılanması gereğindeyiz ve bunun da karşılandığına inanmaktayız. Ümmet faktörü Hz. Rasûl-u Azam'da olduğu gibi destek verecek olursa icracı onu kusursuz bir şekilde yerine getirir. Yok eğer böyle bir durum yoksa icracı şerî görevi ne ise onu yerine getirir. İcracı insanların en üstünü olmak zorundadır. Ancak bu anlayışı kabul etmeyenler bunun ümmetin ve insanların hakkı olduğunu söylemişlerdir. Dolayısıyla iddiaya göre ümmet sırasıyla Ebû Bekir'i, Ömer'i ve Osmân'ı yönetim mekanizmasına geçirmiştir. Gerçi başa geçme olaylarında ümmetten daha çok bireylerin rolleri vardır. Birinci Halifeyi aralarında Ömer b. el-Hattâb'ın da bulunduğu birkaç muhacir; ikinci halifeyi Ebû Bekir; üçüncü Halifeyi ise altı kişilik bir şura hatta Abdurrahmân b. Avf seçmiştir. Başa üçüncü sırada geçen ise Osmân'dır. Başa geçen insanların ekmel olmaması toplumda bireylerin yozlaşmasına, adalet ve haktan uzaklaşmalarına ve zaten kısa bir süre önce kurtuldukları Câhili düşünce ve değer yargılara geri dönmelerine ve olaylara o perspektiften bakmaya başlamalarına neden olmuştur. Toplumsal bir gerçeklik olarak düşünce ve pratiğin benimsenmesi ve yer etmesi bir zaman almaktadır. Rasûl-u Azam'dan sonra Rasulün Hârun'u (a.s.) geçmesi gerekirken, bir çok noktada eksik olan zevat yönetim dizginini ele geçirince zaman içerisinde İslâmî değer yargılarındaki çözülmeler çorap söküğü gibi gelmiştir.
Sapmalardan bir örnek
Riddet kavramındaki sapma bir çok insanın suçsuz ve haksız yere öldürülmesine veya en kâfir ve mürted damgasını yemesine neden olmuştur. Sonraki dönemlerde de terimsel anlamıyla zârurat-ı diniyyenin hükümlerinin veya hükümlerinden birisinin inkarı olarak tanımlanacak riddet birinci Halife döneminde hiç de hak etmedikleri halde bazı kimseler için kullanılacak ve bu kullanım sanki müsellem bir hakikatmiş gibi asırlar boyunca öyle devam edecektir. Halbuki Hz. Rasûl-u Azam'ın vefatından sonra harekete geçen kabilelerin bir bölümünün tavır ve tutumu riddet tanımına uymakta ise de bir bölümünün hareketi “muhâlefet” kategorisine girmektedir. Örnek olarak Mâlik b. Nüveyre'nin kabilesi Hâlid b. el-Velîd'in heva ve hevesine uyması ve iğrenç davranışlarda bulunması sonucunda iftiraya kurban gidecek ve öldürülecektir. Bu olay Halid'in iğrenç defterine bir kara leke olarak girecek, Mâlik b. Nüveyre'nin eşi ile zifafa girecek ve sonrasında da onun bu tavrı içtihad ve hata adı altında tevil edilmeye çalışılacaktır.[17] İrtidat hareketleri olarak isimlendirilen hareketlerin önemli bir bölümü irtidat değil muhalefet hareketidir. Zira Ebû Bekir'in halifeliği ve liyakatı İmam Ali'nin fedakarlığı, ilmi ve kahramanlığı karşısında pek bir sönüktü. Beri taraftan Hz. Rasûl-u Azam'ın İmam Ali için almış olduğu ahdin göz göre göre çiğnenmesi karşısında Peygamber sonrası sultayı bir şekilde ele geçiren bu yönetimin siyasi erkinin nüfuz etmediği yerlerdeki kabileler, Ebubekir için bir ahitnamenin olmadığını ve ona itaat etme yükümlülüklerinin bulunmadığını, Muhâcir ve Ensâr'ın Allah Rasulünün Ehl-i Beyt'ini yönetim mekanizmasından mahrum ettiklerini söyleyeceklerdir. Bunun da arka planında Ehl-i Beyt'i mutahharaya karşı duydukları kıskançlık duygularının ağır bastığını belirteceklerdir.[18]
Aslında Rasûlullah'ın son dönemlerinden hilafetin Ebubekir'e geçmesine kadar ki tarihsel olaylar sıkı bir incelemeye tabi tutulmalıdır.
Osmân
Osmân henüz halife olur olmaz, hutbeye çıkar ve konuşamaz, hiçbir şey söyleyemez, bir müddet düşündükten sonra bir cümlelik bir hutbe vererek aşağı iner.[19] Dolayısıyla yönetim mekanizmasına layık olmadığı ta ilk günden ortaya çıkar. Rasûl-u Azam'ın cevâmiü'l-kelimliği ile bu pepelik karşılaştırıldığında Osmân Zat-ı risâlet penâhinin halifesi olamayacak kadar uzaktır. Halbuki İmam Ali'nin belağat ve fesahati ise dillere destandır.
İlk icraati ise elde şerî hiçbir delil olmaksızın Hürmüzân, Ebû Lü'lülenin hanımı ve çocuğunu öldüren Ubeydullah'a kısası uygulamaması ve bunu ortadan kaldırmasıdır.[20]Bu hüküm için tarihte yığınlarca mazeret getirilmeye çalışılmış, Osmân'dan taraf içtihad adı altında bir çok şey sayılmıştır. Soru: İslam Dininin bu noktadaki hükmü nedir? Bu affetme işi İslam'ın ruhu ile ne derece uyuşmaktadır. Osmân'ın bu uygulaması şerî hadleri tatil etmesinin ilk emarelerindendir.
Kişi yakınlarını valiliklere atayabilir. Bunda elbette bir sıkıntı yok. Ama ayrıcalık tanımamak, sıkı takibatlarda bulunmak ve atananların diyaneten ve siyaseten uzman, deneyimli ve adalete riayet etmeleri koşuluyla. Yoksa yönetimi kendi aralarında bir menfaat ve sömürü aracı haline getirmeleri halinde elbette bu itirazlara neden olacaktır. Yakınlarını atayıp da onların hovardaca istedikleri şekilde davranmalarına karşılık itiraz edenleri isyancılar olarak görmek ve hele ki bunu dinin bir gereği olarak yansıtmak inandığımız İslam Dinine aykırıdır. Bu şekliyle bunu caiz gören İslam -ki haşa bundan münezzehtir- en mükemmel din olmak şöyle dursun günümüzün bir çok adaleti uygulamaya çalışan ve bu noktada tolerans tanımayan devletten geri olacaktır. Osmân'ın kendi dönemindeki bu uygulamaları o derece ayyuka çıkmıştır ki onu başa getiren Abdurrahman b. Avf kabileciliğe vurgu yapacak tarzda onun hakkında “Amîdu benî ümeyye” tabirini kullanacaktır.[21] Öyle ki dünün tulekası olan ve zühd, vera ve takvadan nasibi olmayan Ümeyye oğulları Cahiliyye döneminde olduğu gibi kendilerini artık Ebûzer, Ammâr, Mikdâd, Sehl b. Huneyf gibi seçkin ve öncü sahabilerin üstünde ve ayrıcalıklı olarak göreceklerdir.
Yönetim aygıtına vazife ve sorumluluk olarak bakan Hz. Rasûl-u Azam ve İmam Ali'nin bakış açıları Osmân döneminde yerini imtiyaz ve ayrıcalığa bırakacaktır. Başa geçip dizgini elime geçirdim ve istediğimi yaparım düşüncesinin bir yansıması olan ve günümüze kadar da gelip Müslümanların zihinlerini felç eden bu bakış açısını Osmân'ın başa geçer geçmez Ebû Süfyân'ın konuşmalarında görmekteyiz. “Yönetim artık menziline döndü. İş kararını buldu.” Daha sonra Osmân'a yönelerek: “Ey Ümeyye oğulları! Çocukların küreyi kendi aralarında dönüp dolaştırdıkları gibi siz de bu yönetimi kendi aranızda dönüp dolaştırınız.” Diyecektir.[22] Ebû Süfyân, Osmân'a: “Şu işi Câhiliyye dönemindeki konumuna çevir.” Diyecek kadar ileri gider.[23] Bu rivayetlerin sorunlu olup olmadığına dair teknik analizlere girmek istemiyorum. Ancak vakıa neredeyse bu rivayetlerin muhtevasıyla aynıdır. Rasûlullah'ın yönetimde temel aldığını değerler ve ilkeler artık Câhiliyye döneminin yönetim tarzındaki ilkelere peyderpey dönüşmüştür. “Takva” ve “Salih amel” olarak ifade edebileceğimiz insanî ve İslâmî değerlere dayalı yönetim tarzı yerini aristokratlığa dayalı bir yönetim şekli de alacaktır. Sonraki dönemlerde de böyle bir yönetim tarzının savunması ne acıdır ki çeşitli alimler tarafından yapılacaktır.
Zayıf halife mi?
Yaygın kanaate göre Osmân'ın zayıf bir halife olduğu dile getirilir. İsyancıların itirazlarına mahal verdiğinden yergi perdesi altında övülür. Onlara sert davransaydı isyancılar seslerini çıkaramazlardı şeklinde bir takım sözler söyleyerek zımnen ne kadar merhametli olduğuna dair vurgular yapılır. Fakat bunlar gerçeği hiç de yansıtmamaktadır. Öncelikle ona yönelik muhalefet hareketi toplumun neredeyse bütün tabakalarının katıldığı bir toplumsal harekettir. Öyle birkaç kişinin ayaklanması ile nitelendirilebilecek bir hareket değildir. Hilafetin merkezi olan Medine'de itiraz edenler niceliksel olarak onu savunanlara nazaran kat be kat fazladır. Savunanlar da bir şekilde Beytülmalden faydalananlar ve Ümeyye oğullarıdır.
Yönetimin dizginini Mervân gibilerinin eline vermesi zayıflığından değil düşüncesinden kaynaklanmaktadır. O yönetim dizgininin takvalı olup olmaması ve insanî erdemlerde ve yönetim sahasında uzman ve deneyimli olup olmaması arasında fark olmaksızın Ümeyye oğullarının elinde olmasına kanidir. Sosyal olguların ve olayların değişim ve yerleşimi için bir zaman diliminin gerektiği bir vakıadır. Osmanın halifeliğinin ilk dönemi ikinci dönemi için hazırlık aşamasıdır. Osmân'ın yönetim sahasındaki asıl düşüncesini ikinci dönem olarak görmek pekala mümkündür. Bu ikinci dönemdeki uygulamaları siyaset noktasındaki asıl düşüncesini parametrelerini bize vermektedir. İslam coğrafyasının çeşitli mıntıkalarında bu ikinci dönemde Ümeyye oğullarının nüfuzunun yerleşmesi için çalışıp çabaladı. Valilik atamaları ve onların siğadan geçirilmemeleri ve sınırsız yetkiye sahip olmalarının doğal sonucu olarak başta Muhacir ve Ensar olmak üzere insanların tepkisini çekecektir. Mısır gibi koca bir memleketi ve coğrafyayı en iyimser yaklaşımla Abdullah b. Sa'd b. Ebî Serh gibi takvadan yoksun bir ara mürted olup sonra tekrar İslam Dinine giren bir tulekanın eline vermek -hakkında Enam Suresinin 90, 91 ve 92. Ayetlerinin nazil olup olmadığı tartışmasına girip de yazının bağlamının kopmasını istemiyorum- ve zulüm ve despotizme dayalı icraatları karşısında halkın galeyana gelmesi halinde de suçu halkın üzerine atmak olayı yanlış ve taraflı değerlendirmekten başka bir şey değildir. Diğer yönetim yerleri için de aynı durum söz konusuydu. Bu sosyal olarak olayın okunmasıdır. Bir diğer boyut ve bundan daha önemlisi bunun aziz İslam Dininin yönetim anlayışına ne derece uygunluğudur.
Tarihin doğru analizi önem arz etmektedir. Tarihi aktarılan verilerle okuduğumuzdan ötürü okunan materyale göre sonuç elde edileceği de bir vakıadır. Osman'a karşı girişilen halk hareketinde birtakım gizlemelerin olduğuna dair elde veriler de yok değildir. Bizzat Târihü'l-Ümem ve'l-Mulûk'un müellifi meşhur müfessir Taberi: “Bana bu konuda nakli nahoşluk uyandıracak bir takım haberler rivayet edilmiştir.”[24] diyecektir. Bizzat Sahâbe kuşağının Osmân hakkında söyledikleri sözler derlenip toparlanacak olsa Ehl-i Sünnet'in sahâbe hakkındaki kanaatine sorun oluşturacak ve Sahâbe nazariyesini nakz edecek türdendir.
Biz bunlardan sadece birkaç tanesini nakletmeye çalışacağız. Ancak bu sözler Taberî ilk kuşak tarihçilerinin elinde büyük olasılıkla bulunduğu halde aktarmayı uygun görmemişlerdir. Dolayısıyla biz bunları başka kaynaklardan aktaracağız.
Aişe, Osmân'ın bir takım dini bidatler ihdas ettiğini yüksek sesle dillendirecek, onu dini yönden eleştirecek ve şöyle diyecektir: “Peygamberinizin sünnetini ne çabuk da terk ediyorsunuz.”[25] Osman'ın öldürüldüğüne dair haber kendisine ulaşınca da: “Amelleri kendisinin ölümüne sebebiyet verdi. Allah'ın Kitabını yaktı ve Rasulullah'ın sünnetini yaktı. Allah onu öldürsün.”[26] Aişe'nin bu değerlendirmelerinin doğruluğu ve yanlışlığı sadedinde değiliz. Buradaki amacımız itiraz seslerinin dini bir renginin de olduğu ve sadece birkaç çapulcu tarafından yükseltilmediğini sahâbe kuşağının da bu muhalefet hareketinin içerisine olduğunu ortaya koymak için bu iki rivayeti aktardık. Onu başa getiren Abdurrahmân b. Avf da nihayetinde onunla zıtlaşacak, hatta küsecek ve onun kendi cenazesine gelmemesini isteyecek ve onun hakkında: “Şeyhaynın sünnetinden geri kaldın.”[27] diyecektir. “Osmân, Şeyhayn'ın sünnetini değiştirdi” diyerek şehirlere mektuplar yazıp da insanları Osman'a karşı kışkırtacaktır.[28] Bir kişiye karşılık üç kişinin öldürülmesi şeklindeki meşhur Hürmüzân olayında da ilahi hadlerden birisini tatil edecek ve bu halkın öfkelenmesine neden olacaktır.[29] Adalet imamı Ali b. Ebû Tâlib “Sana gelince sen Kıyamet gününde mahlukatın hesap vermek için Allah'ın huzuruna arz olunacakları günde Hürmüzân'ın kanından hesaba çekileceksin” diyerek tavrını ortaya koyarak adalet ve dinî hassasiyet üzerinden tavır alacaktır. Ubeydullah için de gözüme ilişecek olursa HAKKULLAH'ı kendisinden alırım diyerek siyasetinin ekseninin ne olduğunu ortaya koyacak ve mümince bir tavır ortaya koyarak reel politik olmadan siyasetin nasıl olacağının adalet aşıkları için bir çerağ olacaktır.[30] Osman ise Ubeydullah'a Medineden kaçmasını emredecek ve Kufe'de kendisine bir ikta verecektir. Sonraları burası “Kuveyfetu İbn Ömer” olarak isimlendirilerek İslam Tarihindeki uygulanan hukuksuzluklardan bir tanesinin nişanesi olarak yerini alacaktır.[31] İlk kuşak sahabilerden Erkam'ın oğlu Zeyd b. Erkam: “Osmân'ı neden öldürdünüz” şeklindeki bir soruya: “çeşitli gerekçelerden. Bunlardan bir tanesi Allah'ın Kitabıyla amel etmediği ve başka şeylerle amel ettiği için”[32] diyerek isyanın arka planında dini gerekçelerin olduğunu da belirtecektir. İsyancılar bizzat Osmân'a: “Allah'a korku ve hududullaha riayet et” diyeceklerdir.[33] Aişe'nin onu Nasel (Yahudi bunak) olarak isimlendirip: “Uktulû na‘selen. Fekad kefere (Nasel'i öldürünüz. Hiç kuşkusuz o kafir olmuştur)” sözü ise oldukça meşhurdur.[34]
Vali atamaları
Osmân'a yönelik en önemli itiraz maddelerinden birisi Ümeyye oğullarını İslam'a ve Müslümanların üzerine yönetici olarak atamasıdır. Fakat olayın her iki taraf için de eksik ve hatalı değerlendirildiğini belirtelim. Haddi zatında kişinin yakınlarını ataması yergi sebebi olmadığı gibi yanlış da değildir. Ne var ki valilik atamalarında uzmanlık, deneyim, dinî takva, bilgi de aranması gereken şartlar arasındadır. Bir de valilik dönemindeki uygulamaların takibatı ve deneyimi de bir diğer önemli husustur. Osmân'ın atamalarını İmam Ali'nin atamalarıyla tashih etmeye çalışanların karıştırdığı veya gizlemeye çalıştıkları nokta bu ikisidir. İmam Ali kimliğine bakmaksızın ilmî deneyimine, uzmanlığına ve takvasına kanaat getirdiği Sehl b. Huneyf gibi kimseleri atarken atamalarda neyin öncelikli olduğuna dikkat çekmiştir. Beri taraftan Basra valisinin yoksulların ve düşkünlerin çağrılmadığı bir sofraya katıldığından ötürü onu eleştirecek ve tashih edecektir. Dolayısıyla iki atama türündeki ölçütler arasında Süreyya yıldızı ile toprak arasında fark bulunmaktadır. Dahası İmam Ali'nin atamaları Ebû Bekir ve Ömer'in atamaları ile de kıyas kabul etmez.
Herhalükarda yukarıda da belirttiğimiz gibi sosyal olgulardaki değişim bir zaman gerektirir. Osman'ın yönetiminin ilk dönemleri Ümeyye oğullarını atanması noktasından ortamın müsait olmadığı dönemlerdir. Ancak ikinci dönemde Osmân Ümeyye oğullarının siyasî idarî konumlarının güç kazanması ve hatta yerleşmesi iştiyakına düşmüştür. Yukarıda da değindiğimiz gibi kişinin yakınlarını ataması bir sıkıntı değildir elbet. Ne var ki Osmân'ın valilik mekanizmasına getirdiği isimler İslam'da olumsuz anlamda sabıkası olan kimselerdir. Alemlere rahmet olarak gönderilen Allah'ın elçisinin Medine'den tard edip kovduğu Hakem b. Ebü'l-As'ı Medine'ye getirmekle kalmamış dahası Huzâa'nın zekatlarını toplama gibi bir sorumluluğu onun uhdesine vermiştir.[35] Bir şahıs Rasûlullah tarafından tard edilmişse mümin bir bireyden beklenen husus ondan ümidi kesmektir. Zira alemlere rahmet, reûf ve rahîm gibi sıfatlarla kelâm-ı ilâhîde nitelenen bir şahıs bir kişiyi kovmuşsa o şahıs kim bilir ne cürüm işlemiştir diye bakılması gereken tavırdır, mümince tavır. Ancak ilâhî kelâmı tekzib edercesine Hakem'in ve Mervân'ın atanması siyasî atmosferden uzak ve kültürden ırak bir şekilde bakıldığında Osmân'ın ciddî bir inanç problemi içerisinde olduğunun göstergesidir.
Haris b. el-Hakem'i ise Medine'nin Pazar görevlisi olarak atamıştır. Kur'an-ı Kerim'in fasık olarak nitelendirdiği[36] ve Rasulullah'ın cehennem ateşi ile tehdit ettiği[37] anne bir kardeşi Velid b. Ukbe b. Ebî Muayt'ı ise Kufe'ye vali olarak atamıştır.[38] Hürmüzân meselesinde olduğu gibi Velid'e had cezasının uygulanmaması için ayak diretmeye çalışan ve şahitlerin şahitliklerinden yüz çeviren Osmân'ın karşısına İmam Ali: “Defete'ş-şuhûde ve ebtelte'l-hudûde” diyerek karşı koymuş ve bizzat haddi uygulamıştır.[39] Bu olaydan sonra Velid'i görevden alan Osmân onun yerine aynı aileden dinden ve insanlıktan uzak birisini göndermekten çekinmez. Gönderilen kişi Saîd b. Ebü'l-As'tır. Bu şahsın Kufe'de bir çok vukuatı olmakla birlikte günümüzde sıradan bir insanın dahi işlemekten istihya edeceği bir kişiyi bedensel kusuruyla azarlar. Said, Müslümanların Roma İmparatorluğu ile yaptıkları Yermük Savaşında gözünü yitiren Hişâm b. Utbe'ye Aver (bir gözü kör) lakabını takar. Bundan daha kötüsü bir bakış açısını da ortaya koyacak tarzda ve bize kötü bir miras olarak kalan bir anlayışın ifadesi olarak şu cümleyi kullanır: “İNNEME'S-SEVÂDU KULLUHU Lİ KUREYŞ'İN (IRAK'IN BÜTÜNÜ KUREYŞ'E AİTTİR.)” Bu bakış açısını doğru saymaya kalkışan bir dini anlayış ortaya çıkacaktır. Bu dini anlayış beri taraftan İslam'ın onurunu yansıtırcasına hilafete geldiği gömlekle hilafetten ayrılan adalet timsali Ali b. Ebû Tâlib'i eleştirilere konu edebilecektir. Said b. Ebü'l-As'ın bu uygulamalarından Irak halkının rahatsız olması üzerine Said Hilafetin merkezine bir mektup yazar. Bu mektupta Irak'ın halkının bilginleri olan Kurrayı çekinmeksizin beyinsizler olarak nitelendirir.[40] Biz sadece numune olsun diye birkaç tanesine değindik. Yoksa bu türden yığınlarca olay vardır. İmam Ali, aklın da bir hükmü olan: “Vallahi senin amillerinden birisi güneşin battığı yerde bir zulüm edecek olsa hiç kuşkusuz o zulmün günahı seninle onun arasında ortaktır.”[41] cümleleriyle ikaz edip Müslümanlara artık Ümeyye oğullarından vali atamamasını söylese de pek bir fayda vermez.
Hassasiyetten yoksun bu tür zevatın ataması o derece ileri boyutlara varmıştır ki İbn Ebû Şeybe'nin rivayetine göre Rasûlullah'ın gözde sahabîlerinden Ammâr b. Yâsir, Osmân'a hitaben: “Sellette ‘aleyna's-Süfehâe/beyinsizleri başımıza musallat ettin” diyecektir. Dileyen bu noktada Osmân'ın vali atamalarını tasvip edip benimseyebilir, ama bağrı yanık sahâbe kuşağının çilekeş ferdi Ammâr'dan yanadır gönlüm!
Osmân'ın vali atamaları ve yönetim için seçtiği zevatla Kur'an-ı Kerim'in “ve nürîdü en nemünne ala'l-lezîne's-tudîfu fi'l-erdi” ilahî buyruğu arasındaki fark siyah ile beyaz kadardır.
İki not
Zehebi, Târihü'l-İslâm'ın Hakem b. Ebü'l-As'ın hal tercümesinde Hakem'in tard edilmesiyle ilgili olayın sebeplerine dair bütün rivayetlerin sıkıntılı olduğunu belirtir ve Hakem'in Rasûlullah'ı görmek münasebetiyle sahâbe kategorisinde olduğunu belirtir. Ortada bir tard etme olayı var. Allah'ın Rasûlü elzem ve zaruret haddine gelmemişse ne bir kimseyi bir yerden tard eder ne de bireylerin imtihan seyrine müdahale eder. Ortada çok büyük bir problem var ki bu şahıs tard edilmiştir. Konumuz bu şahsın tard edilmesinin sebebinin ne olduğu değildir. Sadece bu tavrın mümince bir tavır olmadığını belirtmek için bu örneği verdik. Beri taraftan Zehebî'nin iddia ettiği gibi bu tardın arka planına dair bir sebebe ulaşamıyorsak tarih yazımı açısından karşımızda daha büyük bir problem var demektir. Şöyle ki Emevîler o derece tarihi olayları ters yüz etmişler ki biz bu olayın sebebine ulaşamıyoruz. Dahası Abbâsîler döneminde de Emevî meşrepliğin etkisinin devam ettiğini öyle Abbâsîlerin Hâşimî olmalarından ötürü Emevî karşıtı gibi bir saikten daha çok başka saiklerle hareket ettiklerinin kanıtıdır. Dolayısıyla olayların daha sıkı bir şekilde analiz edilmesi gerekmektedir. Örnek olması bağlamında sadece şunu söylemek gerekir. Emevîlere düşman olduğu söylenen Abbâsîler döneminde yaşayan Sahîhayn'ın ikinci yazarı Kitâbü'l-Birr ve's-Sılâ ve'l-âdâb'da Rasûlullah'ın (s.a.a.) Muâviye'ye yönelik “la eşbeellahu batnahu/Allah onun karnını doyurmasın” ifadesini içinde barındıran hadisi şu bab başlığı altında verir:
“باب من لعنه النبي ﷺ أو سبه أو دعا عليه وليس هو أهلا لذلك كان له زكاة وأجرا ورحمة/ Bâbu men leenehu ev sebbehu ev dea aleyhi ve leyse hüve ehlen li zâlike kâne lehu zekâten ve ecren ve rahmeten/Hz. Peygamber'in Bir Kimseye Hak Etmediği Halde Lanet Eder Veya Söver Yahut Beddua Ederse, Bu Onun, O Kimse İçin Zekat, Ecir ve Rahmet Olacağı Babı”[42] Bu bab başlığı Abbâsîler döneminde yazılan kitapta atılmakta ve eser revaç bulmaktadır. Bırakalım Ali b. Ebû Tâlib'i Muâviye ile Rasûl-u Azam arasındaki bu olayda şahıs Ahiretten çekinmeden Rasûlullah'ın bir kimseye hak etmediği halde lanet etmesi diye bir bab başlığı atacak, sonrasında gelen şarihler de bir Müslüman ve müminin zorlanacağı bir tarzda Müslim'in tespitini doğrularcasına yorum yapacaklardır. Rahmet ve şefkat peygamberi ismetin zirvesindeki Hz. Rasûl-u Azam'ın bu bedduasında haksız olduğunu söyleme cüretini göstereceklerdir. Rasûl-u Azam'ın mutlak ismete sahip olduğu görüşünü benimseyen Şia-i İmâmiyye mensupları ve müntesipleri ise diğer İslamî mezheplerden daha az Hz. Peygamber'e saygı gösterdikleri gibi bir yaklaşımla suçlanacak ve hakkaniyetten uzak bir bakış açısıyla değerlendirileceklerdir.
Osmân'ın malî sireti
Osman'dan önce Beytülmalin dağıtımında iyi kötü bir düzen vardı. Gerçi ortada sınıfsal tabakalaşmaya neden olacak bir dağıtım olsa da kendi çapında normal karşılanabilir bir uygulamaydı. Beytülmalden geniş bir kitle yararlanabiliyordu. Ancak sonraları Osmân bu dağıtımda gözle görülür bir şekilde adaletsizliğe gitti ve Ümeyye oğullarına tahsis eder oldu. Talha ve Zübeyr'in muhalefetlerinin arka planında biraz da bu vardı. Abdullah b. Ömer: “Adam size Beytülmalden atâyâlarınızı verince hoşnut oldunuz. Ancak kesince ona karşı öfkelenmeye başladınız” demişti.[43] Bu talihsiz bakış açısı sonraki kuşaklara da miras olarak kalacak, devlet başkanı beytülmalin sahibidir şeklinde bir anlayış müslümanlar arasında yerleşecektir. Halbuki normalde kelimenin tam ismi dahi bu noktada ideal ve hakkaniyetli olan ne olduğunu ve bu bakış açısının ne derece sakat olduğunu ortaya koymaktadır. “Beytülmâli'l-müslimîn/Müslümanların beytülmalı”. Fakat bu dönemde gelir dağılımdaki adaletsizliğin ayyuka çıkması, bir kesimin israf ve debdebe içerisinde yaşaması İslam'ın ictimâî hedefiyle uyumlu olduğunu düşünen varsa beri gelsin bize de anlatsın biz de ikna olalım. Osmân'ın o dönem Medine'de yaptığı ev görkem ve ihtişamıyla göz alıcıydı.[44] Rasûl-u Azam'ın Medinedeki sade evinin, Ali'nin Kufe'deki sıradan evinin karşısında sonraları saraylara ve ihtişamlı yaşama “normaldir olur o kadar!” anlayışı toplumda makes bulacak ve İslam Dininin bir lazımesi gibi görülmeye başlanacaktır. Hem de Rasûlullah'ın eşsiz sireti ortada iken! Rasûlullah'ın sadakalarının (zekat gelirlerini) bütününü Mervân'ın kardeşi Hâris b. el-Hakem'e vermekte beis görmeyecektir. Kamu malı iddiasıyla Rasûlullah'ın ciğerparesi dünya kadınlarının hanım efendisi Hz. Fâtıma annemizin elinden gaspen alınan Fedek arazisini Osmân, Mervân b. el-Hakem'e hibe edecektir.[45] Afrika fetihlerinin humus geliri olan 500.000 dinar da Mervan'a verilecektir.[46] Osmân, Rasûlullah'ın Medine'den tard ettiği Hakem b. Ebi'l-As'a 100.000 veya 300.000 dinar gibi devasa bir meblağı da hem de zekât parasını verecektir.[47] Hâlid b. Üseyd'e 400.000 dirhem,[48] bir dönem irtidatta bulunan Abdullah b. Sa'd b. Ebû Serh'e Afrika ganimetlerinin humusunu vermekten çekinmeyecektir.[49] Dahası Zübeyr, Yala b. Münye, Sa'd b. Ebû Vakkâs, Zeyd b. Sâbit gibi kimselere de hatırı sayılır meblağlar verecektir. Müminlerin Emiri başa geçince Ali (a.s.) bu malların haksız kazanç olduğunu, bununla evlilikler yapılmış olsa dahi alınıp Beytülmale iade edilmesi gerektiği şeklindeki adalet temelli açıklamaları serveti elinde tutan aristokrat kesimin tepkisine neden olacak ve Cemel Savaşının asıl nedenlerinden birisini hatta belki en önemlisini teşkil edecektir.
Suyûtî'nin tefsirinde aktardıkları doğru ise eğer bu malî politika Kur'an'ın tahrifine yeltenmeye kadar gidecektir. Zira Osmân Tevbe Suresinin 34. Ayetinin bir bölümünü teşkil eden “vellezine yeknizune'z-zehebe ve'l-fiddete…” bölümünün başındaki vav atıf edatını kaldırmaya çalışır. Ancak Übeyy b. Kâ'b'ın şiddetli muhalefetiyle buna kadir olamaz.[50] Sebep bellidir. Zira oradaki vav muğayerete (ayrı bir gruba) delalet etmektedir. Dolayısıyla Allah-u Teâlâ altın ve gümüşü biriktirip kullanılmayacak hale getirenleri de tehdit etmektedir. Dolayısıyla serveti ellerinde toplayan bir kesim de bu tehdidin kapsamında olacaktır. Ancak vav kaldırıldığında ilahi tehdit sadece Ehl-i Kitaba yönelik olacaktır ve ayetin Müslümanlarla bağlantısı kalmayacaktır. Osmân'ın tipik davranışları ve mali uygulamaları böyle bir rivayetin doğruluğunu teyit eder niteliktedir. Evet nasıl yaşarsan öyle düşünmeye ve inanmaya başlarsın.
Anlayış çatışmasının bir göstergesi olarak şu olayın anlatılmasında yarar vardır: Belâzurî ve Yakûbî'nin aktardıklarına göre bir gün Osmân, Beytülmalın anahtarlarını elinde bulunduran ilk kuşak Müslümanlarından Abdullah b. Mesûd'a “Sen ancak bizim hazine görevlimizsin” diyince İbn Mesûd anahtarları Osmân'ın üzerine atarak “Ben ancak Müslümanların Beytülmalının hazine görevlisi olduğumu sanıyordum. Ben sizin hazinedarınız isem buna ihtiyacım yok” diyecektir. Sonrasında da bu güzide sahabî zayıf ve merhametli olduğu söylenen Osmân tarafından şiddetli bir şekilde dövülecek ve hatta mescidden çıkartılacaktır. İmam Ali Osmân'ın bu fiiline karşı çıkacak, Abdullah b. Mesud'u alıp evine götürecek ve vefatı halinde cenaze namazını Osmân'ın kıldırmamasını ilk dönem Müslümanlarından Ammâr'ın kıldırmasını isteyecektir.[51] Buna yakın bir olay tekrarlanacak ve bir başka seferinde de Osmân ile Abdullah Erkam arasında geçecek o da kendisinin Müslümanların hazinesi olduğunu sanacak, ancak hakikatin öyle değil de Halifenin hazinedarı olduğunu anlayınca bu anlayışa teslim olmayıp söz konusu görevden istifa edecektir.[52]
İşte övgüyle bahs edilen Muâviye Osmân'ın bu anlayışını aynısıyla sürdürmüş Beytülmalde dilediği şekilde tasarrufta bulunmuştur. Bu anlayış sonraki Müslümanlara miras olarak kalmış, Müslümanların önemli bir kesimi başa geçen devlet başkanlarını, sultanları, padişahları, halifeleri Beytülmalın sahibi, hakimi ve dilediği şekilde tasarruf hakkına sahip olanı olarak görmüşlerdir. Bu bakış açısının ise kamil ve ekmel İslam Dini ile ne derece uyuştuğu ise izah edilmeyecek kadar açıktır.
Osmân ile ilgili daha sayılacak bir çok madde varsa da bu kadarının Osmân'a karşı girişilen hareketin suçsuz günahsız bir halifeye karşı birkaç çapulcunun hareketi şeklindeki bir anlayışı çürütmeye yeteceği kanaatindeyiz.
Osmân karşıtı hareket: Çapulcuların hareketi mi yoksa geniş zeminli bir toplumsal hareket mi?
Paylaşımlarda ve İmam Ali eleştirilerinde sürekli dile getirilmeye çalışılan bir olgu da Osmân'a karşı girişilen hareketin ele başlarının İmam Ali'nin yanında yer aldıklarıdır. Şimdi ise bu iddiayı incelemeye çalışacağız. Bu iddianın geçerliliği için elebaşların kimler olduğu, kimlerin isyan hareketini yönelttiğini, muhalefet hareketinin yelpazesinin hakikatinin ortaya konulması gerekmektedir.
Muâviye'nin başa geçmesi dolayısıyla da Emevîlerin yönetim dizginlerini ele almalarının etkisiyle peyderpey Osmân'ın işlediği cürümlerin sümenaltı edilmesi, Ona yönelik ithamların bertaraf edilmesine çalışıldı. Bu konu çerçevesindeki bu bakış açısı İslam toplumunun geneline yerleştirilmeye çalışıldı. Bu konuda aykırı yegane ses Irak'tan gelmekteydi. Diğer İslam coğrafyası artık Osmân'ın mazlumen öldürüldüğüne, hiçbir suçunun olmadığına, muhalifleri karşısında haklı olduğuna inanmaktaydı. Sonraları bu düşünce Ehl-i Sünnet'in genel görüşü haline gelecekti. Osmân'a karşı girişilen muhalefet hareketinin öncü tabakasını oluşturan sahâbenin ileri gelenlerini de bu olayda hiçbir dahli olmadığı reyine sahip olacaklardı.
Her halükarda Emevîler Osmân'a muhalefet edenleri kendi hasımları olarak tanımlayacaklardı. Fakat ortada bir problem vardı. Sahâbe kuşağının ileri gelenleri de bu hareketin içerisindeydi. Onları da itham altında bırakmadan isyancıların Mısır ve Irak'tan geldikleri ve içlerinde sahâbe kuşağından hiçbir kimsenin olmadığı şeklindeki bakış açısını yerleştirdiler. Sonraları sahâbenin hatalarını ve yanlışlarını dile getirme olgusu “Şiî bakış açısı” olarak kabul görünce Osmân'a karşı hareketin içerisinde sahâbenin de bulunduğu da bir yergi ve eleştiri konusu olacağından bunu giderme yollarına gittiler. Nihayetinde bu harekete ilişkin bir çok hakikat zayi oldu. Biz ise ancak elde kalanlar üzerinden hakikate ulaşmaya çalışıyoruz.
Bu ve benzeri konularla ilgili hakikatin sümenaltı edilmesi veya yok edilmesinde genellikle şu iki yol takip edilmekteydi:
a-Tarihî hakikatlerin yazımından imtina etmek
b- Bir takım haberler uydurmak.
Osmân'a muhalefet olayına bir takım haberler uydurup nakleden zındık Seyf b. Ömer “Sahâbe bu olayda hiç yer almadı” diyecektir. Aylarca sürecek olan başta Medine olmak üzere Şam dışında neredeyse bütün bir İslam coğrafyasını kaplayacak olan muhalefet hareketini Abdullah b. Sebe gibi en alt seviyede kimliği meçhul bir şahsın boynuna atacaktı. Ona göre halkı Osmân aleyhinde kışkırtan şehirden şehire dolaşan ve bu organizasyonu tertip eden baştan sona Abdullah b. Sebe idi.[53] Sonrasında da koca bir yapıyı teşkil eden Şia'yı itham altında bırakarak Allah'tan çekinmeden ve korkmadan İbn Sebe'nin Şia'nın müessisi olduğu gibi bir iftirayı atacaktı.[54]
Osmân'a yönelik muhalefet hareketi bağlamında Seyf'in bir an sözünün doğru -ki kesinlikle yalandır- olduğunu kabul edelim! Ortaya daha büyük bir sorun çıkıyor. İslam toplumu ne kadar zayıf bir toplum ki sadece bir Yahudi dönmesi koca bir İslam toplumunu Halife aleyhine harekete geçirebiliyor!
Olayın bir de sağlamasının yapılması gerekiyor! Eldeki erken dönem kaynakları Taberî'den ibaret değildir, elbet! Diğer kaynaklara da bakmak gerekiyor. Onlar da bu muhalefet hareketinde ne bu tür düzmece uydurma olayları zikir ediyorlar ne de Abdullah b. Sebe'nin ismini anıyorlar? Ahbârü't-Tıvâl, el-İmâme ve's-Siyâse, Ensâbü'l-Eşrâf ve Târîhü Halîfe b. Hayyât gibi Târihü'l-Ümem ve'l-Mulûk gibi eserlerin hiçbirisinde ne bu tür olaylar var ne de Abdullah b. Sebe'nin ismi ve zikri geçiyor. Zehebî'nin Târihü'l-İslâm'ı, İbn Kesîr'in el-Bidâye ve'n-Nihâye'si, İbnü'l-Esîr'in el-Kâmil fi't-Târih'i gibi sonraki dönem kaynakları ise bu olayları olduğu gibi Taberî'den dolayısıyla da bu zındık Seyf b. Ömer'den nakletmişlerdir.
Ancak yeri gelmişken iki olayın birbirine karıştırılmaması gerekiyor! Bizim ele aldığımız konu Abdullah b. Sebe'nin Osmân olaylarındaki dahli! Biz bunun düzmece olduğunu söylüyoruz. Yoksa bu şahsın varlığı ve kimliğine dair şu anlık bir hüküm belirtmiyoruz. Zaten bu konunun yeri burası da değildir.
Hakikate geçelim! Osmân karşıtı muhalefet hareketinde sahâbenin yer alıp almadığına! Bizzat Ebû Saîd el-Hudrî gibi bir zat bu muhalefet hareketine 800 kişinin katıldığını belirtecektir.[55] İbrâhim es-Sekafî'nin ve İbn Asem'in Medine halkına hitaben Ensâr'ın muhalefet hareketine katıldığına dair kuvvetli bir kanıttır. Dahası bu şahıs Osmân'a karşı muhalefet hareketine katılanların evlerini tahrip edip yerle yeksan edecektir.[56] Hele ki Talha'nın Osmân'a düşmanlığı ve insanları yönlendirdiği Osman'ın başına üşüştürdüğü ise son derece meşhur olup kaynaklara geçmiştir.[57] Bundan dolayıdır ki Mervân tarafından Osmân'ın intikamını almak amacıyla atılan bir okla Cemel Savaşında öldürülmüştür. Talha'nın Osmân karşısındaki muhalefeti o derece meşhurdur ki Ali'nin yanında olduğu söylenenlerle neredeyse kıyas dahi kabul etmez. Dahası Abdülmelik b. Mervan: “Vallahi babam bana kendisinin Talha'yı öldürdüğünü haber vermeseydin Osmân'ı öldürdüğünden ötürü Talha'nın oğullarından hiçbirisini sağ koymazdım.”[58] Osman'ın kapısının önünde bekleyecektir Talha! Ancak amaç Osmân'ı korumak değildir. Aksine Osmân'a gidecek içecek ve yiyecek gibi yardımların engellemektir.[59] Osmân'ın İmam Ali'ye bir elçi gönderip kendisine su gönderilmesi için yardım talep ettiğinde İmam izin vermesi için Talha ile konuşacaktır. Fakat Talha bu izne onay vermeyecektir.[60] Ama buna rağmen Talha Osmân'ın kanından beri olacak ama İmâm Ali suçlu olacaktır! Nasıl bir hükümdür bu!
Amr b. el-As da bu muhalefetin içerisinde yer almaktadır.[61] Aişe'nin Osmân'a Nasel lakabı taktığını yukarıda belirtmiştik. Osmân ile Aişe arasındaki düşmanlık ise çok ileri boyutlardadır. Aralarında geçen bir diyaloğu kaydeden tarih Aişe'nin bu lakabı takmasına karşılık Osmân'ın da Tahrim Suresinin 10. Ayetini okuduğunu belirtecektir.[62] Malum Tahrîm Suresinin 10. Ayeti Hz. Nuh ve Hz. Lut gibi iki seçkin peygamberin kafir eşlerini konu edinmektedir. Yani Osmân açıkça Aişe'yi kafirlikle suçlayacaktır. Yukarıda Sa'd b. Ebû Vakkâs'ın: “Osmân Aişe'nin çektiği kılıçla öldürüldü” şeklindeki sözünü aktarmıştık.[63] Zaten Ammâr, Ebuzer, Abdurrahmân b. Avf'ın düşmanlıkları ise hiç kuşku barındırmamaktadır.
Osmân'ın Mısır hakimine gönderdiği mektupta geçen: “Medine ehlinin kendisine karşı tutuşturduğu ateş”[64] ifadesi ise öyle muhalefetin dış destekli olduğunu tümden çürütecektir. Yezid de acımasız ve vahşi Müsrif lakaplı Müslim b. Ukbe'yi gönderip de Medine'deki o meşum Harre olayı yaptırdıktan sonra bu olayı Osmân'ın intikamının Medine ahalisinden alınması şeklinde nitelendirecektir.[65]
Bir makalenin hacmini aşmayacak tarzda özet olarak ancak bu kadarını yazabildik. Yoksa bu konuda söylenecekler o derece çok ki yazdıklarımız yazamadıklarımız yanında çok az bir yekunu tutmaktadır.
Medinedeki bu muhalefet hareketi ile Osmân'ın destekçileri birbiri ile kıyas edildiğinde muhalefet hareketinin niceliksel olarak kat be kat güçlü olduğu görülmektedir. Emevîler dışında Osmân'a destek verenler Zeyd b. Sâbit ve Abdullah b. Selam gibi birkaç kişi tek vardır.
Dolayısıyla şu sonucu çıkarabiliriz:
Bu öyle İslâm'ı yıkmaya çalışan çapulcu bir hareket değildir. İnsânî ve İslâmî kaygılardan müteşekkil ancak ne yapamayacağını da bilemeyen bir halk hareketidir.
Sahâbenin katılmadığı değil bizzat sahâbenin kendisinin içinde bulunduğu hatta organize ettiği bir harekettir.
Osmân'ın bu isteklere nasıl karşılık verdiği ve toplumun isteklerini karşılayıp karşılamadığı gibi sorular da cevap bekleyen sorulardır. Ancak asıl konuya geçmemiz gerektiğinden ötürü bu kadarının kafi olduğuna kaniyiz. Fakat şu kadarını söylemekle yetinelim ki makul ve mantıklı talepleri karşılamadığı gibi sert ve katı bir tavır ortaya koymuş, bazılarını sürmüş, bazılarını cezalandırmış, bazılarını da dövdürmüştür.
Belirtilen faziletlerin analizi
Öncelikle bir kişinin faziletli olup olmadığı tümel doğrular ve tümel yanlışlar üzerinden değerlendirilir. Şahıs tümel doğrularda istikamet üzere ise tekil hatalarına bakılarak şahsın üstü çizilemez. Tersi de doğrudur. Şahıs tümel ölçütlere göre yanlış istikamette ise sahip olduğu tikel bir takım güzel hasletlerden ötürü fazilet sahibi olarak değerlendirilemez. Hz. Rasûl-u Azam'ın karşısında yer alanların bir bölümü baştan sona kadar hayatlarının her alanında yanlışlık içinde değildiler. Ancak tümel meselelerde yanlışlıkta olduklarından ötürü biz o tekil veya tikel meselelerdeki doğrularının bu büyük yanlışlara oranla bir değere haiz olmadığı sonucuna varmaktayız ki doğal olan da budur. Muâviye'nin de bu ölçütlere göre değerlendirilmesi gerekmektedir. Tümel ölçütler ortaya konulmalı ve bu ölçütler çerçevesinde değerlendirilmelidir. Tümel ölçütlerin ortaya konulmasında iki yol ve yöntem vardır. Vahiy ve akıl.
Vahyin masadakı olarak Hz. Rasûl-u Azam Muâviye'nin övgüsü ve yergisi bağlamında bir takım şeyler söylemişse biz artık o sözün kapsamını da belirleyerek Muâviye'yi övmeli ve yermeliyiz. Beri taraftan aklî ölçüler çerçevesinde de tümel erdemler belirlenmeli ve ona göre hareket edilmelidir.
İlk önce belirtilen faziletlerle başlayalım.
-
Müslümanların dayısı olması meselesi
Haddi zatında bu Rasûlullah'tan nakil edilen veya vahiy kaynaklı bir fazilet olsaydı bunu kabul edebilir ve bunu bir erdem olarak takdir ederdik. Ancak buram buram siyaset kokan bir fazilet. Halbuki bunu fazilet olarak kabul edecek olursak sadece dayı olma noktasından hareket edecek olursak -ki Rasûlullah'ın torunu, amcası oğlu, amca, gibi diğer daha yakınlığı ifade eden unsurları göz ardı ediyoruz- Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz Aişe'nin, Ümm-ü Habîbe bint Ebû Süfyân'dan daha üstün olduğu hususunda ittifak halindedirler. Ancak Aişe'nin erkek kardeşi Muhammed b. Ebû Bekir'i Müslümanların dayısı olma gibi lakapla anmazlar. Zira kendi cephelerinden onun bir takım davranışlarının hatalı olduğuna kanaat ederler. Daha da önemlisi İmam Ali ona özel bir önem atfettiğinden Emevî meşrep damar İmam Ali'nin sahih hadisle tespit edilen ve vakıada da öyle olan Kur'an'ın tevil ilminin hakiminin bu yakınlığını hiçe sayacak, hâlü'l-müminîn veya müslimin kavramını Muâviye'ye tahsis etmeye çalışacaklardır. Bu rütbe özelinde Müslümanların dayısı olabilecek yığınlarca kişi vardır. Ama siyasî erk baskın gelecektir.
Ayrıca velev ki bir meziyet ve ayrıcalık olsun -ki bunu Ümeyye meşrep damarın kendisi Muâviye'nin dalalet, iğvâ ve kusurlarına denk gelecek türden değildir. Bir de her mahfilde dile getirilen Hz. Nûh'un oğlunun sapkınlığı ve küfrü asıl çalıştırılması ve işlevsel hale getirilmesi gereken bu yerde göz ardı edilecek ve lisân-ı pâk-ı nebevîden varid olan İmam Ali, Hz. Fâtıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin özelinde işlevsel hale getirilmeye çalışılacaktır.
Vahiy katipliği olayı
Defalarca aynı şeyi vurgulamak hoş olmasa da belirtmek zorunda kalıyoruz. Bu bir erdem olsun ki hakikatte de bir erdem! Olayın gerçekliği nedir? Bir başka ifadeyle Muâviye hakikatte Hz. Peygamber'in vahiy kâtipliğini yapmış mıdır? Ne kadar yapmıştır? Vahiy kâtipleri arasında özel bir konuma mı sahiptir? Vahiy kâtibi olmak için özel bir takım şartlara sahip olmak gerekiyor mu? Bütün bu sorular cevap bulduktan ve bu filtreleri geçtikten sonra bir faziletten bahs edilebilir. Tabi şahsın diğer nebevî ve ilâhî tespit ve kriterlere uygun bir yaşam sürmüş olması ve tümel doğrulara riayet etmesi şartı yerinde!
Sadece bu olayın gerçeklik boyutunu ortaya koymaya çalışacağız. Yoksa haddi zatında lisan-ı nebevî'yi paktan dökülen “Ey Ali! Seni ancak mümin sever; sana ancak münafık buğz eder” Nebevî ziyasınca buğzun en açık masadaklarından olan sebbetme (sövme) ve sövmeyi emretme gibi fiillerin failinin nifakının tartışılacak, kâtipliğin bu sarih nassın gereği olan buğz ile tearuz edecek hiçbir tarafı yok.
İbn Hacer el-İsâbe'de şöyle rivayet etmektedir:
İbn Sa'd, el-Medâinî'den şöyle zikir etmektedir: Bir ara Ebu Süfyan, küçük yaştaki Muaviye'ye baktı ve şöyle dedi: Doğrusu benim bu oğlum, başı büyük bir çocuktur ve kavmine lider olmaya layıktır. Hind: Sadece kavmine mi liderlik edecek? Eğer bütün Araplara liderlik yapmazsa annesi yasına otursun. (yani derhal ölüp gitsin, Cevher Caduk)” dedi. Medâini der ki: Zeyd b. Sâbit vahiy katibi idi. Muâviye ise Hz. peygamber'in katibi olup peygamber ile araplar arasındaki yazışmaları yapardı.[66]
Bu hadisten çıkarılacak yegane fazilet vahiy katipliği değil, katipliktir. Lider olmanın fazilet olabilmesi için bir takım şartlar lazım gelmektedir ki bunun da en önemlisi adil olabilmektir. Yoksa liderlik haddi zatında bağımsız bir fazilet olsaydı Nemrut, Firavun ve Cengiz gibi zalim tiranları da Kur'an'ın övmesi lazım gelirdi. Muâviye'nin tarihte öyle despot ve zalimce uygulamaları vardır ki bu uygulamalar ona yeter de artar bile.
Fetih olgusu mu hakkın ve adaletin temini mi?
Müslümanların zihin dünyasına fethin ve toprak genişletmenin dinin temel şiarlarından birisi olduğuna dair bir algı yerleşmiş durumdadır. Belleklere ve kalplere öyle bir şekilde yerleşmiş ki İslamî ve insanî erdemleri geride bırakmış ve fethin arka planının ne olduğu sorgulanmaz olmuştur. Öncelikle şunun iyice yer etmesi lazım. İnsanlık bir ailedir, hak hakikat ve rüşd insanlık ailesinin kalbinin ve aklının temel ihtiyacıdır. İkinci bir husus olarak da insanlık ailesinin mazlum ve mustazaf bedenî, aklî ve kalbî hakları gasp edilmiş ne kadar ailesi/kabilesi/milleti varsa zalim, tiran ve despotların boyunduruğundan kurtarılması gerekmektedir. Fetih olgusunun arka planında da bu vardır. İsâlü'l-hukûk (hakların ulaştırılması) dediğimiz olgu yatmaktadır. Bundan dolayı olsa gerek ki Şia-i İmâmiyye cihâd-ı İbtidâîye ancak Masum zatın veya şartları haiz veliyy-i fakihin (verası ve takvası üst düzeyde olan masadir-ü şeriata hakim) emri çerçevesinde fetih olgusunun gerçekleşebileceği görüşündedir. Fetih olgusu ile ilgili daha öncesinde yazdığımız iki yazıyı adres göstererek konuyu uzatmak istemiyoruz.[67] Bu açıdan başta Kıbrıs olmak üzere Muâviye ve Emevîler dönemindeki fetihlerin kahir ekseriyeti hak ve adaletin halklara ulaştırılmasından daha çok halkların servetlerinin müsadere edilmesinden öte pek de bir işlev görmemiştir. Zaman içerisinde o halklar Müslüman olmuşlarsa da kendi hallerinde yaşayan halkların öldürülmesinin, esir alınmasının ve emtialarının müsadere edilmesinin öyle fazilet görülebilecek bir tarafı yoktur.
Ali-Muâviye mücadelesinin arka planı
Toplumsal olaylar hiçbir zaman tek boyutlu değildir. Olayların çeşitli yönleri ve boyutları vardır. Önemli olan boyutları ve nedenlerini doğru belirleyebilmektir. İmam Ali ile Muâviye arasındaki mücadelede doğru teşhisler tarafların amaç ve maksatlarının belirlenmesine, toplumun özelliklerine ve önceliklerine ve olayların gelişim seyrine bakmak lazım gelmektedir. Tabi bu arada konu ile ilgili nebevî buyrukları da unutmamak gerekmektedir. Biz bu bölümde son hususu biraz göz ardı edecek ve bizzat tarafların maksatlarına ve amaçlarına yönelmeye çalışacağız. İlime ve arınmaya dayalı takva temele alınmışsa bir Müslümanın reel politik dürtülerden hareketle karşı tarafı seçmesi düşünülemez. Bir başka ifade ile insanî erdemlerin mücessem hali olan ilahî manzumeler silsilesini ve sünnet-i nebeviyyeyi kendisini bağlayıcı etmen haline getiren bir zatın karşı tarafında durmak Ahiretini bir tarafa atmaktan başka bir anlama gelmemektedir.
Bu amaçla tarafları iyice tanımak lazım. Hilafet makamına oturduğu ilk andan itibaren temel mesajını toplumsal koşulları ıslah etmek olarak belirleyen bir Ali var karşımızda. Ona göre ıslahın temelini ilahî manzumeler silsilesine ve sünneti nebeviyyeye sımsıkı tutunmak teşekkül etmektedir. Nitekim Osmân'ın öldürülmesine neden olan saiklerin temelinde de onun adaletten ve insanlıktan uzak uygulamaları yer almaktadır. Onun bu uygulamaları toplumun bozulmasına yol açmıştı. Onu öldürenlerden bir bölümü toplumda meydana gelen bu fesadın ıslahına yönelik bir beklenti içerisindeydiler. Ali (a.s.) de zaten uygulamaları ile bunu amaçlamıştı. Bu aslında birinci, ikinci ve üçüncü halifeden ayrı yepyeni bir sayfaydı. Adalet temelli olaylara bakan bir toplumu teşekkül etmekti. Halbuki Birinci Halifeden itibaren genel siyaset toprak genişlemesi şeklindeydi. Bağımsız bir çalışma konusu olmakla birlikte amacından sapan fetihlerin olumsuz etkileri arasında ekonomik refahı amaçlayan bir toplum teşekkül etmişti. Ömer'in uygulamaları ise insanlıktan uzak ve ırak toplumsal tabakalaşmaya kapı aralamıştı. Arap mevali ayrımcılığı başlamış, Arap Müslümanlar diğer Müslümanlara karşı daha bir ayrı ve imtiyazlı konuma sahip olmuşlardı.
İmam Ali (a.s.) çetinliğin farkındaydı. Zira adalet temelli toplumsal teşekkülü imtiyaz sahiplerini ve menfaatperestleri beytülmalden aslan payını alanları rahatsız edecekti. Nihayetinde öyle de oldu. İmam Ali'nin bu noktadaki uğraşlarını ikiye ayırmak mümkündür.
-
Toplumun bilinçlenmesini sağlamak
-
Bu bilinçlenmenin karşısında duranlara prim vermemek.
İnne ekremekum indallahi etkakum buyuran bir dine inanıyorsanız ve Nebi'nin insanlar arasında adaleti ve eşitliği temin etme amacıyla gönderildiğini düşünüyorsanız bu kaçınılmaz bir görev olarak karşınızda duracaktır. Ali nihayetinde şerî hak ve hukuklara riayet etmeyenlerle savaşmak zorunda kaldı. Hz. Peygamber'in ihbârî gaybisi olduğu gibi tahakkuk etti. Ne buyurmuştu Peygamber!
“Ey Ali! Ben tenzil üzere savaştığım gibi sen de tevil üzere savaşacaksın.”
“Ey Ali! Sen Nâkisîn, Kâsıtîn ve Mârikîn ile savaşacaksın.”[68]
Toplumda ahlakî çöküntü oldukça ileri boyutlara varmıştı. Fatihan'ın elde ettiği dünyevî refah, mal ve servet arzusu, daha fazlasına ulaşma gayesi onlara kendi iç dünyalarına ve rablerine yönelme olgusunu unutturmuştu. Aşere-i Mübeşşere'den olduğu söylenen Talha ve Zübeyr -ki bunlar Hz. Peygamber döneminin fedakar ve cefakar müminleriydi. Fetihlerin olumsuz yansımalarından birisi de tam olarak budur.- İmam Ali'nin eşitlikçi ve adil Beytülmal dağıtımına karşı çıkmış ve kendilerine daha fazla pay tahsis edilmelerini istemişlerdi. İşte Ali bu meselenin halline yöneldi. İnsanları dünya sevgisinden, mal biriktirmekten sakındıran hutbeler irad etti. Beri taraftan görevlendirdiği valileri ise şatafat dolu sofralara oturmaktan sakındıran mektuplar gönderdi. Bu Osmân dönemindeki uygulamaların yanlışlığına yönelik bir uyarıydı. Ancak toplumsal sorun büyüktü. Ali'nin bu noktadaki hutbelerinin bir bölümünü Zamahşerî Rabîü'l-Ebrâr adlı eserinde derler.[69] Şerif er-Râzî'nin derlediği Nehcü'l-Belâğa ise bu tür hutbelerle dolup taşmaktadır.
O Hemmâm hutbesi diye meşhur olan hutbesinde çağlara çerağ olacak şu cümleleri söylese de bu sözler o dönemin dünyevî toplumunda karşılık bulamaz.
“Eceli hatırlamak kalbinizden silinmiş, yalan istekler sizi kuşatmış, dünya sizi ahiretten fazla avucuna almış, çabuk elde edilen dünya nimeti, zamanla elde edilecek ahireti gönüllerinizden çıkarmıştır. Siz Allah'ın dininde kardeşsiniz. Sizleri ancak gönüllerinizdeki çirkinlik ve kalplerinizdeki kötülük birbirinden ayırdı”[70]
Onlara takvaya dayalı hareket etmeyi tavsiye etse de sıkıntılar onanacak türden değildir. Kendisi Nâkisîn ile savaştan sonra Kufe'ye geldiğinde mele ve mütrefin ikamet ettiği Köşkte ve sarayda oturmayı reddederek Kufe Mescidinin avlusuna giderek bir müddet oraya yerleşir. Bu konudaki ısrarlara ise “kasru'l-hebâli la tunzilunîhi/beni ahmakların köşküne oturtmayın” diyerek reddeder ve Cade b. Hübeyre el-Mahzûmî'nin evine yerleşir.[71] İmam Ali sonraları saray ve şatafat geleneğini zımnen hamakat olarak nitelendirerek zühdünü ve yüceliğini bu açıdan da ortaya koyacaktır.
Nitekim O başka bir hutbesinde de sünnet-i nebeviyyenin ihyasına, Rasul-u Azam'ın unutulan uygulamalarının faal hale getirilmesine vurgu yapmak ister. Toplumu ıslah etmek için aktivitelerini anlatır. Ancak bidat ve fitneler o derece yer etmiştir ki nebevî sünneti ihya sa'yları toplum tarafından karşılık görmez.
“Ben aranızda "değerli emanetin büyüğü" (Kur'ân) ile amel etmedim mi? "Değerli emanetin küçüğü"nü (Ehlibeyt'imi) size bırakmadım mı? Sizin içinize iman bayrağını yerleştirdim. Size helalin ve haramın hududunu bildirdim. Size karşı adil davranarak afiyet elbisesini giydirdim. Fiilimle, kavlimle, size iyiliği sergiledim. Size kendimde üstün ahlâkı göstermedim mi? Derinliğini gözlerin idrak edemediği ve akılların erişemediği hususlarda, kendi görüşlerinizle amel etmeyin.” [72]
İlahî manzumeleri tatbik ve ihyâ-i sünnet çalışmaları akim kalacaktır. İmam nereye yönelirse yönelsin orada karşısına hemen bir bidat dikilecek ve sa'y ve gayretlerine engel olacaktır. İmam peki başarısız mı oldu! Hayır! Asla ve kat'a! Sonradan gelenler için Öz Muhammedî İslâm'ın da ortada olduğuna dair bir seçenek sunmayı başardı. Belki de İmam bu noktada tarihe not düştü. Kim bilir İmam'ın o pak ve ihlas dolu çabaları olmasaydı biz bugün Pavlos'un Hıristiyanlığı tahrifi gibi karşımızda ilkeleri tahrif edilmiş, rayından sapmış bir İslam seçeneğinden başka bir seçenek olmayacaktı.
Her halükarda ortada bir bidat barikatı durmaktaydı. Şu örnek ne kadar da güzel! İnsanların mal, mülk ve makam için kıyasıya yarıştıkları ve ele geçirmek için bin bir türlü ayak oyunlarına başvurdukları bir yönetim makamına İmam'ın bakış açısını göstermesi ve amacının ne olduğunu ortaya koyması açısından şu hutbe bayağı manidardır.
“Vallahi, hilafete rağbetim ve hükmetmeye isteğim yoktu. Fakat bu iş için beni siz çağırdınız, bu yükü siz yüklediniz! İş bana verildiği zaman Allah'ın kitabına baktım, bize ne emredilmişse onunla hükmedip ona uydum. Resulullah'ın (s.a.a) bize sünnet olarak bıraktığına uydum. Bu konuda ne ikinizin, ne de başkalarının görüşüne ihtiyaç duydum. Hükmünü bilmediğim bir şey olmadı ki, size ve Müslüman kardeşlerime danışayım. Eğer öyle bir şey olsaydı ne sizden ne de diğerlerinden yüz çevirirdim. Hatırlattığınız (paylaştırmada) eşitlik meselesine gelince... Bu, kendi görüşümle, kendi arzuma uyarak verdiğim bir hüküm değil. Aksine ben de, siz de Resulullah'ın (s.a.a) bu konuda getirdiği ve amel ettiği hükmü biliyoruz. Allah'ın verdiği ve teyid ettiği hükümde size ihtiyacım olamaz.”[73]
Bidatlerden numuneler
Dinin kendisine has bir rengi ve ibadetler manzumesi vardır. İnsanlık ve bilim bunun bütününü keşf eder mi bilinemez ama bu renk insanın bedenine, aklına ve kalbine birebir uyumludur. Dolayısıyla ibadetlerden yararlanabilmenin yolu olduğu hal üzere yapılmasıdır. Belki toplumsal yönlü uygulamalar ve muameleler için içtihat sahası açıktır. Ama ibadetler için bu alan kapalıdır. Herhalükarda bu sahadaki yanlış uygulamalar bidattir ve kulluğun ruhuna aykırıdır, kim yaparsa yapsın, ismi cismi ne olursa olsun! Bilindiği üzere İkinci Halife ile başlayan temettü haccının yasaklanması Osmân döneminde de devam etmiştir. Halbuki Kitab-ı Kerim'in ve pak sünneti nebeviyyenin hükmü açıktır. Temettu haccı! Sünneti ihya adına İmam Ali, temettü haccını eda etmek isteyince Osmân buna mani olmaya kalkışır. İmam Ali: “Herhangi bir kimseden ötürü Rasûlullah'ın sünnetini terk edecek değilim” der.[74]
Abdürrezzâk'ın Musannef'indeki şu ibareler toplumda bidatlerin ne derece yer ettiğinin ve İmâm'ın sireti nebeviyyeye ne kadar önem verdiğinin göstergesidir.
“Reyiniz nedir? Ben insanlardan uzaklaşıp uzlete çekilecek olsam onların arasında bu sireti kim ihya edecek!”[75]
Ali siret ve maksat olarak bambaşkadır. İbadetlerin en faziletlisi hiç kuşkusuz kulun Allah'a en yakın olduğu an olan secdeyi içinde barındıran namazdır. Namaza da bidat ve tağyirat yerleşmişse kulluk geriye rahmet-i ilahiye ve aff-ı sübhaniye kalmıştır. Sadece bu noktadaki bir ihya çabası dahi her şeyden daha faziletlidir. Belazuri'nin Ensâbü'l-Eşraf'ta Mutarrıf b. Abdullah'tan rivayeti namazda da tağyiratların yaşandığını gözler önüne sermektedir. Mutarrıf ile İmran b. Husayn'ın Müttakilerin imamı ve abidlerin zirvesi Ali'nin arkasında kıldıkları namazdan sonra İmran'ın şu sözü değişikliği gözler önüne sermektedir: “Bana Muhammed'in namazını hatırlattı!”[76] Benzer bir cümleyi Buhâri, Târihü'l-Kebir'inde İmam Ali'nin düşmanlarından Ebu Musa el-Eşari'nin (Allah'ın laneti Onun üzerine olsun) aktarır.[77] İhya hareketi İmam Ali'nin siyasetinin temelini teşkil etmekteydi. Dolayısıyla O bu açıdan ebediyete kadar sürecek bir tarzda bir not düşmek istiyordu. Yüce şahsiyetlerin himmetleri de yüce olur. Onlar erk ve iktidarlarını sağlamlaştırma gibi süflî şeyler peşinde koşmazlar.
Ali'nin en değerli hizmetlerinden birisi hadis yazımını başlatması ve hatta işlevsel hale getirmesidir. Ömer'in talihsiz uygulamalarından birisi Hz. Peygamber'in fem-i mübâreklerinden dökülen sözlerin, kendisinden sadır olan fillerin yazılmasını hatta nakil edilmesini yasaklaması ve buna men etmesidir. İlginç olan bu yazım işinin hiçbir faydası olmasa dahi bir kültürün korunması adına yazılması gerekirken Hz. Peygamber'in eylemleri ve sözlerinin kayda alınması yasaklanmış ve sonraları bu yasak bir kesim tarafından anlaşılması güç bir şekilde savunulur olmuştur. Her halükarda başlı başına bir sıkıntı olan ve bidatten öte bir durum olan bu olguyu İmam Ali (a.s.) ortadan kaldırmaya çalışmış ve bir takım uygulamalarda bulunmuştur. Bu uygulama Ehl-i Beyt-i Mutahhara'nın bir sünneti haline gelmiş, onlar da nebevî hadisleri kayıt altına almışlardır. Hatip el-Bağdadî, İbn Sa'd ve Zamahşerî'nin kayıtlarına göre İmam Ali, ilmi kaleme almak isteyen bir yaprak ve bir kalem alıp gelsin, diyerek teşvikte bulunmuş sadık yarenlerinden Hâris el-Aver elindeki bir dirhem ile yazı malzemeleri almış ve İmam Ali'den bir çok şey yazmıştır.[78] İbn Sa'd'ın Tabakâtında aktardıklarına göre ise İmam, oğlu Hz Hasan'a Hz. Peygamber'in hadislerini yazmasını tavsiye etmiştir.[79] Aslında bu pak İslam düşüncesinin de bir şekilde korunması anlamına gelmekteydi. Ömer döneminden itibaren başlayan mühtedi Yahudi ve Hıristiyanların anlattıkları tahrif dolu hikayeler halis İslam düşüncesinde bir takım sapmalara neden olacaktı. Nitekim Allah'ın Peygamber'i Hz. Dâvûd'a atılan o çirkin iftira toplumda makes bulmuştu. İmam bunun önüne geçmek kaydıyla olsa gerek ki Dâvud ve Uryâ kıssasını anlatanlara had uygulayacağını belirtmişti.[80] Öz Muhammedî İslam'ın temsilcileri olan Ehl-i Beyt İmamları da bu olayın aslını anlatarak bu konuda toplumu bilgilendirmeye çalışacaktı.
Sanırım bir makalenin hacmi için bu kadarı yeter düzeydedir. Sunduğumuz denizde katre misalidir.
Muaviye'nin yapısı ve amacı
Hakkaniyet adına bu mücadelenin adını doğru koymak gerekir. Bu mücadelenin bir erk mücadelesi olmadığı “Hak ile Bâtıl Mücadelesi” olduğu ve İmam Ali'nin (a.s.) amacı ile Muâviye'nin amaçlarının farklı olduklarını belirtmek gerekmektedir. Konunun vuzuha kavuşması için İmam Ali'nin amacını ve önceliklerini ortaya koyduk. Bu noktada Muâviye'nin de amacının ve yapısının nasıl bir şahsiyete sahip olduğunun önceliklerinin ne olduğunun ortaya konulması lazım gelmektedir. Doğru bir tespit için bu zorunluluk arz etmektedir. Sonrasın da o dönem toplumunun da ele alınması gerekmektedir.
Muaviye yönetimin dizginlerini eline geçirmeden önce yirmi yıl kadar Şam'da yönetimde kalmıştı. Bundan öncesinde de mensup olduğu aile ile birlikte İslam Dinine karşı koymaya çalışmıştı. Nihayetinde karşı koyacak bir hal ve çare bulamayınca İslam tezahüründe bulundular. Dolayısıyla o ana kadar Müslüman olmayan bu aileye ve ailenin bireylerine en azından yetiştikleri anlayışı da göz önüne alarak ihtiyatla yaklaşmak ve bu tavırlarının İslamî olup olmadığı noktasında sık elemek gerekmektedir. Zira ortada ta ilk andan beri vahyin kucağında yetişen bir Ali ve son anlarına kadar İslam karşısında durmaya çalışan bir Muâviye var. İncelememiz salt iki tarihsel şahsiyetin çarpışması veya İslam pınarından ve menbaından ilk andan itibaren yararlanan iki şahsiyetin çatışması ve mücadelesi değildir. Bu satırların yazarı tarihsel mücadelelerin bir bölümünün Firavun-Musa ve Nemrud-İbrahim veya Musa-Samiri gibi hak batıl ya da hak-muharref din arasındaki mücadele olduğuna inanmakta ve bu tür mücadelelere salt tarihsel bir mücadele olarak bakılamayacağı kanaatindedir. İşte bunun en açık masadakı İmam Ali'nin mücadeleleridir. Zira nebevî teyitten geçen bir zatın (Ali'nin) mücadelelerine bir Müslüman olarak bigane kalınamaz.
Her halükarda konuya döndüğümüzde Muâviye'yi tanımak adına eldeki tarihsel verilere müracaat ettiğimizde İmam Ali'nin Ebu Süfyân ve Muâviye hakkındaki onların Müslümanlıkları maslahat temelli bir Müslümanlıktı[81] şeklindeki bir tespitin doğru olduğunu görmekteyiz.
Muâviye'nin babası Ebû Süfyân'ın İslam'ın aziz şehidi Hz. Hamza'nın (a.s.) kabrinin başına gelip: “Ey Ebû Umâre! Allah sana rahmet eylesin. Sen bizim elimize geçen bir hususta (yönetim) bizimle savaştın” der.[82] Câhız'ın nakline göre Zübeyr de bu görüştedir.[83]
Birinci halife Muâviye'nin ağabeyi Yezîd'i Şam fethi için görevlendirir. Yezîd'in ölümünden sonra Ömer, Muâviye'yi Şam'a emir olarak atar. Ömer'in atadığı valilere ve kendi ifadelerine bakıldığında toplumun adalet ve İslam marifetini tahsil etme ihtiyacını temin edecek zatları atamak yerine Muâviye, Amr b. el-As'ı ve Muğîre b. Şube gibi zevatı atadığı görülür. Kendisi de kibar-ı sahâbeyi atamamasına ilişkin “onların amillik ile kirlenmelerini nahoş karşılıyorum.”[84] Bu cevap aslında toplumun adalet ve İslam marifetlerinden uzak ve ırak bir şekilde yetişmeleri anlamına gelmektedir. İbn Asâkir ve Câhız, Ömer'in bütün Şam diyarını Muâviye'nin yönetimine verdiğini belirtirken[85] Muâviye'nin kendisi de: “Halk üzerindeki kuvvetimi ancak Ömer yanındaki konumum temin etti” diyecektir.[86] Ömer, Öz Muhammedî İslam'a aykırı olan yöneticinin şatafat ve debdebe içerisinde yaşamasını da onaylar tarzda veya en azından karşı çıkmayacak bir şekilde Muâviye'nin korumalarla birlikte gezmesi ve şatafat içerisinde yaşaması hakkında: “Bunu sana ne emir ederim ne de nehiy ederim.”[87] Muâviye Ömer'den aldığı desteği Osmân döneminde üst seviyelere çıkartacaktır. Muâviye'nin birtakım eylemlerinden ötürü kendisine karşı çıkanlara Osmân: “Ömer onu atamışken ben nasıl onu azlederim” diyecektir. Bu cevap karşısında İmam Ali: “Muâviye Ömer'den korkardı. Ancak şimdi O seninle istişarede bulunmadan dilediğini yapmaktadır”[88] diyecektir. Ömer: “Muâviye'nin siyasi dehası ortadayken Herakl ve Kisra'nın siyasi dehasına mı şaşırıyorsunuz?” diyecektir.[89] Muâviye'nin kendisi Ömer'in tavır ve tutumunun kendi siyasi konumunu sağlamlaştırdığı görüşündedir.[90] Kendisinin Ömer ve Osmân b. el-Affân'ın halifesi olduğunu dile getirecektir.[91] Gelinen süreci ve son noktayı umde olarak alacak olursak Rasûlullah'ın Kâsıtîn (hakka karşı haddi aşanlar) ve Fie-i Bâğiye (Azgın ve taşkın grup) diye nitelendirdiği bu grubun taşkınlık ve azgınlığında bu iki şahsın payı hiç de az değildir. Maalesef ölçüt ve kıstas Rasûlullah'ın sözü olması gerekirken sonraları Ömer ve Osmân'ın atamaları Muâviye'nin lehine değerlendirmelere sebep olacaktır. Muâviye'nin hüküm sürdüğü Şam bu azgın ve taşkın grubun kurtarılmış bölgesi olacak, koca bir coğrafya Muâviye'nin İslam kültüründen çok nasiplendiği yapısı ve bakış açısı altında yetişecektir. Öyle ki Osmân, Hz. Rasûlullah'ın güzide sahâbesi Ebû Zer'i ve Kufe'nin kurralarını Şam'a sürgüne gönderecektir.[92]
Dezenformasyonun büyüklüğünün görülmesi için şu örnek yeterlidir: Emevî devletinin yıkılmasından sonra ilk Abbâsî Sultanı Seffâh Şam'a girdiğinde insanlar: “Vallahi biz Emevîler dışında Hz. Peygamber'in herhangi bir akrabasının olduğunu bilmiyorduk.”[93] Kelâm-ı ilâhî ve sünnet-i nebeviyyenin diğer adı olan hak ve adalet kavramlarına uygun bir tarzda yetişmek yerine bu ölçütlerden uzak ve câhilî ve insanî değer yargılarından nasipsiz bir şekilde insanları ve nesilleri yetiştirecektir Muâviye.
Siyaset bilme: İmam Hasan (a.s.) mı Muâviye mi?
Amaçların doğru tespiti önemlidir. Kısa vadeli amaçlar ile tarihe not düşme şeklindeki amaçlar himmet bakımından kıyas edilemez. Muâviye ile İmam Hasan (a.s.) arasındaki mücadele Ali'yi ve Hasan'ı (a.s.) siyasi bir niza olarak görenler için ölçüt siyasi makamın elde tutulması veya o makama geçilmesi olacak ve başarılı birey ona göre değerlendirilecektir. Ama ölçüt büyük ölçekte ilâhî kıstaslar ve orta ölçekte de hakikatin ne olduğunun tarihe kayıt düşürülmesi olunca başarı buna göre tespit edilecektir.
Rasûlullah'ın ve Ehl-i Beyt'i Mutahhara'nın stratejik adımları hak ve hakikat taliplileri için birer çerağ görevi görmüştür. Rasûlullah (s.a.a.) menzile hadisiyle ümmetin iki numarasını tanıtmış, Perşembe günü olayıyla nebevî emre ve vasiyete uymak istemeyenleri fâş etmiş, Üsâme b. Zeyd'in ordusunu göndermek istemekle Medine'de Ali dışında hiçbir aktörün kalmama isteğini ortaya koymuş, Hz. Fâtıma biat etmeyerek muhalefet hareketinde bulunmuş ve Birinci Halife'nin ilâhi meşruiyet zemininden yoksun olduğunu görmek isteyenler için ortaya koymuş, İmam Ali ilk aşamada taraftar aramaya girişmiş ve ikinci aşamada da İslam Devletinin idamesini öncelemiş ve kendi döneminde de sünneti ihya projesini uygulamaya çalışarak “Öz Muhammedî İslam” seçeneğini sonradan gelenler için mücessem halde tutmuştur.
İmam Hasan'a (a.s.) gelince Muâviye tarafından Nasibilik üzere yetiştirilen koca bir coğrafyaya Ehl-i Beyt'i mutahharanın ne kadar ulvî şahsiyetler olduğunu tanıtarak hakikat nüvelerini o dönem itibariyle atmış ve Şamat'ta kısmî de olsa Muâviye'nin bazı bidatları ve Ehl-i Beyt'in fazileti konuşulur olmuştur. Dolayısıyla ölçütün doğru konulması gerekmektedir. Tarihteki iki devlet arasındaki mücadeleden bahsederseniz bir nebzeye kadar gücün ve iktidar mekanizmasının elde tutulmasının temel başarı olduğunu söyleyebilirsiniz. Ancak hak-batıl mücadelesinden bahsedecek olursanız buradaki başarı ölçütü İlahî hitabın bir çok yerinde de geçtiği üzere ilâhi değerler manzumesinin ve bunun mücessem hallerinin topluma sunulmasıdır. Barış yapılması ile Şam ile Irak ahalisi arasında kurulan ilişkiler çerçevesinde İmam Hasan'ın ve Ehl-i Beyt'i mutahharanın ahlakî yüceliği ilişkide bulunan halk tarafından görülmüştür. Hem de onca kara propagandaya, lanete, sövgüye rağmen. Ali'nin kan dökmekten zevk alan, savaştan başka bir şey bilmeyen şeklindeki Emevî propagandasının aksine insanlar İmam Ali'nin ilmini, cömertliğini, adaletini, tevazusunu, hilmini, zühdünü anlatarak söz konusu propagandayı akamete uğratarak büyük bir başarı elde etmişlerdir.
Öyle ki kelam, Arap grameri, İslam irfanı, fıkıh, gibi alanlarda birçok meşrebin kendi kendisini İmam Ali'ye nispet etmeye çalışmaları bu stratejik hamlenin “BÜYÜK ZAFERİNİN” göstergesidir. Ayrıca onca baskıya rağmen Şia'nın varlığını sürdürmesi ve şu an dünya Müslümanlarının yüzde otuzunun Şia olması ve Şia olmayanların da kahir ekseriyetinin Alevî meşrep bir Sünnî anlayışa sahip olması özür dilerimci tavırlarla Muâviye için bahane üretmeye çalışmaları da kimin daha başarılı olduğunun büyük kanıtlarından birisidir.
Selam, muhabbet ve dua ile.
Not: Önceki makalelerin aksine bu makalede kaynakça sunamamamızın gerekçesi gözlerimdeki rahatsızlığın ileri seviyelere ulaşmış olmasıdır. Zira görme yetim oldukça azalmış durumda. Verilen bilgilere dair kaynak sormak isteyen olursa müellifin, kitabın, basımevini, basım yerini ve basım tarihini sunabiliriz. Kitapların bütününün künyesini vermek gözümü çok çok fazla yoracağından kaynakçasını çıkartmak mümkün olmadı.
[1] Nakli delilleri ortaya koyup tartışmak bu yazının hacmini aştığından ötürü şu an bunu geçiyoruz. Ancak 12 imam hadisi, Kitab ve itret hadisi hep bu gerçekliğe yönelik hadislerdir.
[2] Bu hadisin isnad zinciri ve manasının üzerinde tartışmak isteyen varsa her boyutu ile tartışabiliriz. Detaylara girmemek ve yazının hacmini arttırmamak için isnad zinciri ve muhteva tartışmasına girmedim. Hadisin muhtevasını boşlatmaya yönelik çabaların da farkındayız.
[3] Ahmed b. Ali b. Müsennâ et-Temîmî (h. 307), Müsnedü Ebû Ya'lâ el-Mevsılî, c. 2, s. 341-342, Hadis No: 1086, Müsned-ü Ebî Saîd el-Hudrî bölümü, Tahkik: Hüseyin Selim Esed, 2. Baskı, Dârü'l-Memûn li't-Türâs, 1989, Beyrut
[4] İbn Abdülberr (h. 462), Ebû Ömer Yûsuf b. Abdullah, el-İsâbe fî marifeti'l-Ashâb, s. 484, madde no: 1705, Bâbü Ammâr, Thk ve tahriç: Adil Mürşid, Dârü'l-Alam, 1. Baskı, 2002
[5] Buhârî, Sâhih, Kitâbü's-Salat, Bâbü't-Teâvuni fi Binâi'l-Mescid, hds no: 447
[6] Müslim, Sahîh, Kitâbü'l-Fiten ve Eşrâtü's-Saat, ‘Babün la takumu's-aatü hatta tabude davsun za'l-halasa' hds no: 2915
[7] Müslim, Sahih, Kitâbü'l-Fiten ve Eşrâtü's-Saat, ‘Babün la takumu's-aatü hatta tabude davsun za'l-halasa' hds no: 2916
[8] Tirmizî, Sünen (Cami), Kitabü'l-Menâkıb, Babu Menakıbı Ammâr b. Yâsir ve Künyetuhu Ebü'l-Yakazân, hds no: 3800
Hadis hakkında Tirmizî ve Albânî sahih kaydını düşerler. Bkz: Sünenü't-Tirmizî, s. 725 Tahkik: Raid b. Sabrî b. Ebî Alafe, Dârü'l-Hıdâre, 1436, Riyad
[9] Ahmed, Müsned, c. 11, s. 42, hds no: 6499 (Müsnedü Abdulllah b. Amr b. el-As. Arnavut: hadis sahihtir notunu düşer.); Nesaî, Sünenü'l-Kübra, hds no: 8496
[10] Ebu Yala, Mucem, hds no: 181, İdâretü'l-Ulûmi'l-Eseriyye, Faysâlâbâd, 1407; Taberânî (h. 360), Mucemü's-Sağîr, C.1, S. 182, Babü'l-Ayn, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1403-Beyrut
[11] Bezzâr, Ebu Bekir Ahmed b. Amr bç. Abdülhalık, Müsned (el-Bahrü'z-Zehhâr), c. 7, s. s. 351 (Müsnedü'l-Bezzâr bölümü) Tahkik: Mahfûzurrahman Zeynüllah, Mektebetü'l-Ulum ve'l-Hikem, Medine, 1415
[12] Taberanî, Mucemü'l-Kebir, c. 4, s. 168, hds no: 4030 Thk ve tahriç: Hamdî Abdülmecid es-Selefî, Mektebetü İbn Teymiyye
[13] Ebû Yala, Mucem, hds no: 181; Mucemü'l-Kebîr, c. 1, s. 320 hds no: 954
[14] Mucemü'l-Kebir, c. 4, s. 85, hds no: 3720
[15] Ebu Yala, Müsned, hds no: c.13, s. 353, hds no: 7364; Mucemü'l-Kebir, c. 19, s. 331
[16] Müsnedü Ebî Yala, c. 1, s. 397, hds no: 519; Bezzâr, Müsned, c. 3, s. 26, hds no: 774; Ukaylî, Ebu Cafer Muhammed b. Amr b. Musa b. Hammâd, ed-Duafaü'l-Kebîr, c. 2, s. 51, 482, Thk ve tevsik: Doktor Abdülmuti Emin Kalacî, Menşurâtü Muhammed Ali Baydûn, Dârü'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut; İbn Asâkir, Hafız Ebü'l-Kasım Ali b. Hasan b. Hibetullah b. Abdullah, Târîhu Medîşneti Dıımaşk, c. 42, s. 468, Tahkik: Ali Şiri, Darü'l-Fikir, Beyrut, 1415; İbnü'l-Esir, Üsdü'l-Gabe fi Marifeti's-Sahâbe, s. 883, harfü'l-ayn, madde no: 3790, Dârü İbn Hazm, 1. Baskı, 2012, Beyrut;
[17] Halife b. Hayyât, Tarih, 105.
[18] İbn Asem, Futuh, 58, 60-61; Kitâbü'r-Ridde, 171, 176-177. “Vallahi sizler kıskançlığınızdan ötürü ehlini hilafetten mahrum kıldınız.”
[19] Yakubî, Târîh, 2/163.
[20] Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 2/294-295.
[21] İbn Asem, Futûh, 2/99
[22] Eğânî, 6/356; en-Niza ve't-Tehâsum, 56; el-Fâik, 2/117; İbn Ebi'l-Hadîd, Şerhü Nehci'l-Belağa, 2/44-45.
[23] Muhtasar Tarihi Dımaşk, 11/67.
[24] Tâberî, 4/356-365; İbnü'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Târîh, 3/167.
[25] Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 5/48; Eğânî, 5/130.
[26] Müfid, Cemel, 161; İbn Ebi'l-Hadîd, 6/216. (Şeyh Müfid her ne kadar Şiî bir müellif olsa da bu eserini Ehl-i Sünnet kanalından gelen rivayetlerle telif etmiştir. İsnad zincirindekiler sünnidir. Bu bize bir başka açıdan Ehl-i Sünnet tarih kitaplarına girmeyen rivayetler hakkında da bir bakış ve fikir vermektedir.)
[27] Belazurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 5/57; İbnü'l-Esir, el-Kâmil fi't-Târih, 3/70; İbn Ebî Şeybe, Musannef, 15/223; İbn Asem, Futuh,
[28] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, 1/53.
[29] İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-Nihâye 7/147; Târihü'l-Yakûbî, 2/141.
[30] Belazurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 5/24.
[31] Mucemü'l-Buldân, 4/496; Müfid, Cemel, 176; Nehcü's-Saadet, 1/146.
[32] Şerhü Nehci'l-Belâğa, 3/51. İbn Ebi'l-Hadid bunu çeşitli kanallarla aktarır.
[35] Mesudî, Murucu'z-Zeheb, 2/235; İbn Asem, Futuh,
[36] Hucurat Suresinin 6. Ayetinin tefsirine müracaat ediniz.
[37] Mesudî, Murucu'z-Zeheb, 2/235. Yeri gelmişken hem bu ayetin hem de Velid'e had cezasına uygulanmasına neden olan içki içme olayının Velidle bağlantısı olmadığı ve bunun bir iftira olduğuna dair bir takım çalışmalar varsa da bu çalışmalarda sıkıntılar gözden kaçmamaktadır. Konumuz bu olmadığından ötürü şimdilik bu iki hususla ilgili değerlendirmelere girmek istemiyoruz. Sadece şarap içme olayıyla ilgili olarak şu kadarıı söyleyelim ki bu olayın aslı astarının bulunmadığını söyleyen isnad zincirinde Seyf b. Ömer vardır. İbn Abdülberr e-İstiâb'ında (c. 4, s. 116) bu olayın meşhur olduğunu ve olayın sika kimseler tarafından rivayet edildiğini belirtri.
[38] Mesudî, Murucu'z-Zeheb, 2/347.
[39] Mesudî, Murucu'z-Zeheb, 2/335-336; İbn Asem, Futuh.
[41] İbn Ebi'l-Hadid, Şerhu Nehci'l-Belâğa, 5/19. İbn Ebi'l-Hadid bunu Vâkıdî'nin Şura adlı eserinden naklettiğini söyler.
[42] Müslim, bab no: 25, hadis no: 2604
[43] Târîhü'l-Medineti'l-Münevvere, 3/1115.
[44] Evin özellikleri için bkz: Mesudî, Murûcu'z-Zeheb, 2/332.
[45] İbn Kuteybe el-Meârif, 195.
[46] Ensâbü'l-Eşraf, 5/37-38
[47] Belâzuri (Ensâbü'l-Eşrâf, 5/28) 300.000 rakamını telaffuz ederken, İbn Kuteybe (el-Meârif 194), 100.000 rakamını telaffuz edecektir. Ancak her ikisi de bunun Kudâa zekatından verildiğini belirtecektir. Sonraları Osmân'ı savunanlar Osmân'ın bunun kendi malından verdiği gibi bir mazeret ileri sürmeye çalışsalar da verilen meblağın devasa oluşu, Allah Rasûlünün düşmanına verilişi, Kur'an'ın servetin tek bir kesimin elinde toplanmasının zemm edici ve yerici tutumuna hiç değinmezler. Sanki servetin tek bir kesimin elinde toplanması ve ictimâî adaletsizliğin normal oluşu gibi bir durumdan hareket etmeye kalkışırlar. Bu bakış açısının yamukluğu Zât-ı risâlet penâhinin iktisadî sireti arasında dağlar kadar fark vardır. Bu bakış açısıyla Adalet İmamı Müminlerinin Emirinin de adalete ve eşitliğe dayalı ekonomik siretiyle mukayese edildiğinde hangisinin aziz İslâm Dininin ilkelerine uygun olduğu izahtan varestedir.
[48] İbn Kuteybe, el-Meârif, 194-195.
[49] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, 7/172.
[50] Suyûtî, Dürrü'l-Mensûr, 3/332.
[51] Belâzurî, Ensâb, 5/31, 36, 37; Yakubî, Târih, 2/171
[52] Belâzurî, Ensâb, 5/58, 88.
[54] http://intizar.web.tr/inanc-ve-dusunce/haber/10690/ihsan-senocaka-acik-mektup-ve-bir-makalenin-reddiyesi-1 İhsan şenocak'a cevabi mektubumuzun ikinci bölümü hakkında çalışırken bir dostun İmam Ali ile ilgili yazıların kamuoyunda günden güne fazlalaştığı ve Muâviye'nin de haklı olduğu yönündeki sözüne istinaden belirli bir süreliğine o yazı ile ilgili çalışmayı yarıda kesip bu makaleye yöneldim. İkinci bölümde İbn Sebe ve Seyf b. Ömer dosyasını ele alıp inceleyecektim. Bu konu ile ilgili bilgileri de derleyip kaleme almaya başlamıştım. Seyf'in nasıl bir zındık olduğunu o yazımda inşallah sunacağım. İş bu Seyf Osmân ile ilgili muhalefet haberlerinin önemli bir bölümü rivayet eden şahıstır. Sadece şu kadarı dahi bilinse yeterlidir. Cerh ve tadil alimleri içerisinde Seyf b. Ömer hakkında bir tane olumlu söz söyleyen bir tane tevsik ifadesi kullanan hiçbir kimse yoktur.
[55] Târihü'l-Medîneti'l-Münevvere, 3/1175.
[56] Cemheretü Ensâbi'l-Arab, 334.
[57] Meârif, 228; Belâzurî, Ensâbü'l-Eşrâf, 5/80; Târihü'l-Medîneti'l-Münevvere, 3/1119. (Kaynakların bir bölümünde Sahâbe içerisinde Osmân'a en karşı şiddetli olan Talhaydı şeklinde bir ibarede geçmektedir.)
[58] İbn Sa'd, Tabakat, 3/223; Târihü'l-Medîneti'l-Münevvere, 3/1170.
[59] Müfîd, Cemel, 141; Ayrıca bkz: Taberî, Tarîh, 4/385; İkdü'l-Ferîd, 4/290.
[60] İbn Kuteybe, el-İmâme ve's-Siyâse, 1/57; Târihü'l-Medîneti'l-Münevvere, 3/1169 ve 1202.
[61] Târihü'l-Medîneti'l-Münevvere, 3/1089.
[62] Düşmanlık ve diyalog için bkz: İbn Asem, Futuh; el-Miyar ve'l-Muvâzene, 27; İbn Sa'd, Tabakâtü'l-Kübrâ, 3/37; Müfîd, Cemel, 148; İbn Ebi'l-Hadîd, 6/215.
[63] Târihü'l-Medîneti'l-Münevvere, 3/1173-1174.
[64] Diyarbekrî, Târihü'l-Hamîs, 2/261.
[66] İbn Hacer, İsabe, 6/153
[69] Zamahşerî, Rebîü'l-Ebrâr, s. 41 vd.
[70] Nehcü'l-Belâğa, 113. Hutbe.
[71] Kufe'ye gelişi için bkz: Futuh, 2/349; Vakatü Sıffîn, 3 ve 5
[74] Tarihü'l-Medineti'l-Münevvere, 3/1043-1044
[75] Abdürrezzâk, 10/124.
[76] Belazuri, Ensâbü'l-Eşraf, 2/180.
[77] Buhari, Tarihü'l-Kebir, 4/33
[78] Bağdâdî, Takyîdü'l-İlm, 90; Zamahşerî, Rebîü'l-Ebrâr, 3/226-294; Hatib el-Bağdâdî, Tarihü Bağdad, 8/357; İbn Sa'd, Tabakât, 6/116.
[80] Tabersî, Mecmeü'l-Beyân, 8/472.
[81] Nehcü'l-Belağa 64. Mektup; Belâzurî, 4/160. İmam Ali: “Sizin Müslümanlarınız ancak istemeyerek Müslüman oldular.”
[83] Eğani, 6/355; İmtâ ve'l-Muânese, 2/75.
[84] İbn Sa'd, Tabakât, 3/183 ve 283.
[85] Câhız, Resâilü's-Siyâsiyye, 344; İbn Asâkir, Muhtasaru Târihü Dımaşk, 25/17-18-20.
[86] İbn Asâkir, Muhtasaru Târihü Dımaşk, 8/161.
[87] İbn Abdülberr, İkd'l-Ferid, 1/15; 5/114.
[88] Ensâbü'l-Eşrâf, 4/550
[89] Tarihu Muhtasarı Dımaşk, 25/19.
[91] Minkarî, Vakatü Sıffîn, 32; İbn Asakir, Muhtasar Târîhu Dımaşk, 25/30.
[92] İbn Sa'd, Tabakât, 4/329.
[93] Mesûdî, Murûcu'z-Zeheb, 3/33; Nizâ' ve't-Tehâsum, 28.